Takip edenlerin hatırlayacağı üzere geçen sefer ki yazı
konum Kadim Teknik’lerdi. Yazımda da belirtmiş olduğum üzere aslında ben bu
teknikleri seven bir kişiydim. Peki ama söz konusu bu teknikleri seven bir kişi
olarak neden ben eleştirisel bir yazı yazma ihtiyacı duymuştum? Yararı evet
bunca zamandır dokunmamıştı ama neden sadece bu muydu benim için? Buraya bir
mim koyun geri döneceğim.
Eşim bu sıralar sesli makalelere taktı. İşi güç yokmuş gibi
evde, arabada sürekli sesli makaleler dinleyip duruyor. Üstelik bir de
ingilizce dinliyor. Daha da üstelik bir de anlıyor ve bana tavsiyelerde de
bulunuyor. Ben tabii hemen kolaya kaçıp bana Türkçe özet geçebilir misin
diyorum ama pek işe yaramıyor. Geçenlerde tavsiye ettiği konulardan bir tanesi Essentialism
di. Dağda, bayırda kulaklıkla bunu dinlemeyeceğimi bildiğinden de bana yazılı
bir kopyasını verdi. Okudum ve anladım, üstelik oldukça ilgimi de çekti. İlgimi
çekti zira hemen hemen aynı sayılabilecek benzer düşüncelerimi önceki
yazılarımda paylaşmıştım. Adam aleni bir şekilde beni kopyalamış sanki. Eşim bu
sıralar bu konuya iyice taktığından Greg McKeown adlı bir yazarın Essentialism: The Disciplined Pursuit of
Less adlı kitabını okuyor. Çok havalı bir ismi var değil mi? Bitirsin,
şansım varsa özetini ondan alır ve sizinle paylaşırım, eğer bunu başaramazsam
ben de okurum (ama anlar mıyım onu şimdilik size garanti edemiyorum) ve yine
sizinle paylaşırım. Ben daha sizler için ne yapabilirim ki!
Yine de konu hakkında size fikir vermek adına gerek kendi
fikirlerimden, gerekse makaleden harmanlanladığım bazı noktaları sizinle
paylaşmak isterim. Ama öncesinde sizlerle daha önceden paylaştığım ve konuyla
direk ilgili olan bazı düşüncelerimi yinelemek isterim.
“ ... Orijinallikten
her geçen gün biraz daha fazla uzaklaşıyoruz. Sıradan, sıkıcı ve daha az çekici
insanlar oluyoruz her geçen gün biraz ve biraz daha. Nedeni belki bizzat
bizleriz, belki bilinç altlarına sürekli olarak verilen mesajlar, belki de artık
varlığını kanıksadığımız ve bizi her gün biraz daha öldüren stres dolu
yaşamlarımız. Öyle ya da böyle monoton, orijinallikten yoksun hayatlar yaşıyoruz
çünkü sahiciliğimizi yitirdik. Biz olmayı bıraktık. Artık beğenilmek her şey
oldu. Nasıl göründüğümüz, ne olduğumuzdan çok daha önemli bir hale geldi. Algı
her şeydir artık yalnızca bir pazarlama terimi olmaktan çıkıp bizzat hayatlarımız
oldu. Dönüşüme uğradık ve başkaların beğenileri üzerine yeniden ve yine yeniden
ve hatta yine yeni yeniden şekillendik ve biz kalamadık, bunu başaramadık.
Olmadı işte. Artık düşüncelerimiz bile bize ait değil. Düşüncesi olmayan adamın
hiç bir fikri olabilir mi? Fikri olmayan adamın karar vermesi hiç mümkün
olabilir mi? Resmen beyinlerimiz uyuşturulmuş bir durumda. Çok acı ama gerçek
biz yavaş yavaş her geçen gün biraz daha yok oluyor.
Anne baba onayı,
TV’nin hayali kahramanları gibi yaşamayı istemek, arkadaş beğenisi, moda takibi
her şey olabilir peşinden gittiğimiz. Önemli olan kendimiz olmayı başarabilmek.
Sevdiğin işi başkaları beğenecekler diye değil, sen huzurlu olacaksın diye en
iyi şekilde yapabilmek. Eşini başkaları seni takdir edecek diye değil, içini
ısıttığı için seçebilmek. Bazıları seni beğenecek, takdir edecek bazıları da
beğenmeyecek, takdir etmeyecek. Doğrusu kelimesi belki çok iddialı olabilir ama
normali de bu zaten. Doğa tek tip çalışmaz, doğa da özgünlük, farklılık vardır.
Günümüzde ise görsellik hiç olmadığı kadar önemli oldu. Organik pazardaki bir
elma kadar olamadık.
Günümüzde artık
beğenilmek üzere kararlar alınıyor, seçimler yapılıyor. Ne oldu kendi
arzularımıza? Sahi onları diğerlerinden ayırabiliyor muyuz yoksa çok mu geç kaldık?
Kendi hikayelerimiz unutuldu ya da günümüz şanslıları için zaten hiç
olmamışlardı. Seçimlerimiz hep beğenilmek, onaylanmak ya da puan almak üzere.
Başkalarının beğenileri için kendimizden uzaklaşıyoruz. Hepimiz güzel ve bir
diğerimizin aynı, doğal olmayan elmalar gibiyiz. Ne acı ki üç aşağı, beş yukarı
yok gerçekten de hiç bir farkımız ... ”
Hepimizin en azından çok büyük bir çoğunluğumuzun bu hayatta
da tek bir gayesi var: Çalışmak. Daha çok çalışmak. Kazanmak, daha çok
kazanmak. Para ve hep biraz daha fazla para. Hep ve sürekli çok işimiz var
deriz, işlerimiz hiç ama hiç bitmez. Öyle bir dünya ki her şeyi sürekli yapmak
için didinir dururuz. Sürekli bir çabalama, durmak bilmeyen ve dahi bitmeyen denemeler.
Sizce de tam bir delilik değil mi bu? Dünyaya sahi bunun için mi geldik? Durmadan
çalışmak ve daha çok çalışmak ve elde etmek ve sonra daha çok elde etmek için
mi?
Dünya öyle bir hale getirildi ki her bir olayın sonunda
büyük bir başarı beklenir oldu. Artık bir adım geri çekilmeli ve şunun farkına
varmalıyız: Her şey önemli değildir.
Hayat hep aynı ve üst düzey önem içeren bir biri sıra aktivitelerden oluşan bir
döngü değildir. Hiç bir zaman da olmamıştır. Önemli olanları tabii ki vardır
ama önemsiz olanları da vardır. Önemsiz olanlar için gerektiğinden daha fazla
zaman lütfen harcamayın. Dahası böylesi şeylere olduklarından daha fazla anlam
katmaya çalışmayın. Hayat birbirinden güzel yemekler içeren bir büfe değildir.
Sizin için önemli ve lezzetli olan yemekleri bulun , görün seçin. Seçici olun. Hayatınızda öncelikleriniz olsun. Her şeyi iyi yapmak zorunda da değilsiniz.
Sizin için önemli olanları seçin ve onlara zaman harcayın. Toplumda genel kabul
görmüş, yazılı olmayan bir hiyerarşi vardır. Kariyer başarıları, eğlence ve
zenginlik hep üstlerdedir. Aile, sağlık ve dinginlik ya da kişisel gelişimler
hep daha geridedirler. Kariyer başarıları şüphesiz ki çok önemlidir ama aile
ile ilgili konular paha biçilmezdir. Bu benim görüşüm ve önceliklendirmem de
buna göredir. İşim için ailemi ikinci plana asla atmam. Sizin de öncelikleriniz
olsun ve ona göre bir hayatı kendinize seçin.
Sürekli bir şeyler yapmak zorunda da değilsiniz. Bir şeyi
yapabilme imkanınız varsa mutlaka yapmalısınız aldatmacasına kapılmayın. Paris’te
mutlaka Louvre Müzesini görmeliyiz. Hatta tüm bölümlerini görmeliyiz. Erkenden
orada olmalıyız. Eiffel’e çıkmazsak olmaz. Saint Germain’de kahvemizi mutlaka
yudumlamalı, Saint Michel’de gezinti yapmalı, Place d’İtalie de zaman geçirmeliyiz.
Peki ama neden? Şart mı tüm bunları yapman? Zorunluluk mu? Biz sırf gezmek
zorunda kalacağız diye balayında yurt dışı opsiyonunu elemiştik. Oysaki bir
İtalya Toscana ne de güzel olurdu. Ama o zamanlar başka bir havalardaydık. Şansın varsa kullanmalısın. Sahi
gerçekten de kullanmalı mısın? Aptal
olma, şans kapına ancak bir kere gelir sakın atlayayım deme. Oldu canım. İlla
hepsini görmen gerekiyor mu? Onu gördün, burayı gezdin, madalya mı takacaklar
sana? Her şeyimiz check atmak için. Hata yapıyoruz. Bu amansız
koşuşturma yerine, otur bir kahvede ve geleni geçeni seyret, tatlının, kahvenin
ya da şarabının tadını çıkar. Bırak görmeyiver Louvre’u. Fırsatın varken asıl
kaçırmaktan korkmamalı ve bunun aslında bir şans olduğunu bilmelisin. Aslında
kaçırdığını düşündüğün şeyler sayesinde sana ayrılan zamanın ve rahatlığın bir
şans, bir fırsat olduğunu bilmelisin. Bizim için keyifli olanı (ve bizleri
mutlu eden) yapmalıyız. Check için değil keyif için yaşamalıyız. Tekrar mim
koyduğum yere geri dönecek olursam, belki de söz konusu eleştrisel yazımı
kendime kızdığım için (yalnızca check atmaya yönelik hepsini yapmaya çalıştığım
için) yazdım.
Diğer bir konu ise bir önceki konunun türevi aslında. Sahip
olmakla ilgili. Bir şeye sahip olmadığımız zaman, o şeye, onun vereceği mutlak
değerden çok daha fazla anlam yüklüyoruz. Bir şeyi yapamadığımız zaman o
yapamadığımız, ya da o göremediğimiz, ya da o yiyemediğimiz şey birden çok daha
önemli bir hale geliyor. Bir şeye sahip olmadığımız zaman onu olduğundan çok
daha değerli hale getiriyoruz. Oysa bunu yapmak başlı başına bir hata.
Bir gün hepimiz öleceğiz. Hayatlarımızdaki tek gerçek ölümün
kendisi aslında. Ertelediğimiz, zaten her an yapabiliriz diye ötelediğimiz ve
yapmadığımız, hep birer set çektiğimiz dürtülerimiz, hem hayatın coşkusunu yok
etmekte ve hem de aşkı öldürmekte. Siz siz olun üst benliğinize bu kadar kulak
asmayın. İçinizdeki çocuğu da zaman zaman dinleyin. Tercihlerinizin birer
zorunluluk haline dönüşmesine engel olun. Annem
ne der, babam ne der, etraf ne der, sosyal olarak ne kaybederim, çocuğum var
onu düşünmeliyim gibi şeylerin ardına saklanmayın.
Azla yetinmeyi, yetinebilmeyi ve dahası bundan mutlu
olabilmeyi öğrenin, en azından deneyin. Çokun
peşinden şuursuzca ve deli gibi koşmak yerine az ile mutlu olabilmeye çalışın.
Hayatımızın her alanında daha fazla
olgusu hakim. Bunun geri dönülmez bedelleri olduğunu bilin. Bir haftalık
hayatınız kalsaydı mesela bunu gerçekten yine yapmak ister miydiniz sorusunu
sorun ve öyle kararlar verin. Tamam her şeye kolay ulaşılmaz ama sizin için
değerli ve gerekli ise buna katlanın.
Mesela iş hayatınızda önemsiz toplantılara katılmayın. Gerçekten değer katacaklarınıza katılın. Sırf
katılmış olmak için ya da alışkanlıktan katılmayı bırakın. Yardım tabii ki edin
ama eskiden yaptığınız alışkanlıkları tekrar sorgulayın. Değer üretebileceğiniz
konulara yönelin. Yalnızca sizin için önemli olan konulara zaman ayırın. Farklı
olup fark yaratın. Sıradanlaşmayın. Unutmayın ki siz zaten kendiniz olarak çok
özelsiniz. Buna öncelikle siz inanın. Başkalarının değil sizin ne düşündüğünüz
önemli.
Hayır demeyi
mutlaka ama mutlaka öğrenin.
Devam etmeden önce ufak aralar verin, düşünün ve sahi gerçekten de gerekli mi sorusuna
cevap arayın.Kararlar öncesinden kendinize mutlaka zaman tanıyın. Müziği yapan
notalar arasındaki boşluklardır denir. Resim için de bu geçerli. Mimarlar bile
evlerin içindeki boşluklar için tüm yapıyı çizerler. Dinlenin, nefes alın,
soluklarınızla yalnız kalın, kendinizle yalnız kalın ve kendinizi dinleyin.
Aslında belki de en dolu, en değerli anlarınızdır boş zamanlarınız. Newton ne
saatler boyunca çalıştıktan sonra dinlenmek için uzandığı ağacın altındayken
elma düştü kafasına ya da Arşimed rahatlamak için hamama gittiğinde evraka dedi. Boşlukları doldurmaya
çalışmayalım, onlar bizler için gerekli. Zamanı da öldürmeye çalışmayın. Ben
demiyorum her gününüzü aynı geçirin ama zaman zaman hiç bir şey yapmadan da
zaman geçirip, o ana kadar ki çalışmalarınızın kristalleşip elle tutulur bir
sonuç haline gelmesini bekleyin.
Practice makes perfect.
Az ile mutlu olabilme bir sanattır. Ama her şeyden evvel bir mindset
değişimi, bir hayat tarzıdır. Bunu sürekli yapın ki işe yarasın. İç ve dış
sesleriniz arasındaki uyumsuzluğu yok edin, en azından birbirlerinden
farklarını ayırt edin. Ve mümkünse iç sesinize daha çok itimat edin. Böylelikle
hayatınızı bir başkası için değil kendiniz için yaşar ve onun kontrolünü
elinize almış olursunuz.
Sevgi ve saygılarımla,