O akşam yemekte bulgur pilavı ve karnabahar vardı. Ben oldum
olası bulgur pilavını sevmedim, sevemedim. Tarhana çorbası gibi, kuru fasulye
gibi, bulgur da bana çok domestik gelir.
Yanlış anlamayın tatlarını kötü bulmam, aşağılamak zaten haddim olamaz ama yaşasın akşam yemeğinde bulgur var diyerek de büyük bir şevk ve sabırsızlıkla da eve gidemem. Genelde vasata yakın
olan günlük hayatımdaki en büyük renklerden bir tanesini yemekler olarak gördüğümden, bazı
yemekler bana daha renkli bazıları daha vasat görünürler. Kabul etmek gerekir
ki bu saydığım yemekler birer füzyon yemekler değillerdir. Ne yeni bir
tecrübedir bunları tatmak, ne de damak zevkimiz için bir ziyafet. Yıllardan beri
süre gelen tatlardır. Aynıdır. Yengeç bacağı, deniz tarağı, lakerda ya da
tarama gibi değillerdir. Ne rakının ne de şarabın yanında iyi giderler. Exotik
lezzetler değillerdir. Ana yemek olan karnabahar fırında yapılmış olsa ya da
yumurta ve unla karıştırılıp kızartılsa hadi neyse, kıymalı sulu bir yemek
olarak masada durmaktaydı. Hadi beni
yesene!! der gibi adeta dalga geçiyordu benimle. Her zaman hoşuma giden yemek
olacak hali yoktu tabii, bazen böylesi yemekler de olmalıydı ki gözlerimin
ışıldamasına neden olan yemeklerin bir farkı olsun.
Sessizce kaderime küsüp yemeğe başlayacakken oğlum, ben karar
verdim, artık Galatasaray’ı değil Beşiktaş’ı tutacağım dedi. Oldukça sakin ve
kararlı söylemiş gibi bana gelse de benim tepkimi çok merak ettiği belliydi. Bu
sarsıcı ve bir o kadar üzüntü verici açıklama sonrasında bana kızdın mı diye de sorusunu ekledi. Ona nasıl kızabilirdim ki?!
Her şeyden evvel, ufacık yaşına rağmen, evde babasına adeta karşı çıkarak ve
beraber yapma şansımız olan bir çok şeyi eliyle adeta tersleyerek büyük bir
karar vermişti. Hani bu sefer tam tersiydi, insanlık için küçük ama onun için
dev bir adımdı bu takım değişimi. Kızmak mı?!! Ancak oğlumla gurur
duyabilirdim.
Yaşıyla ters orantılı kararı bir yana ortada bir de
gerçekler vardı. Sahi ben ne kadar memnundum Galatasaray taraftarı olmaktan? Ne
yönetimden memnundum, ne de çoğunluk taraftarın tutumundan. Malum ara tranfer
dönemi kapandı. Gelin bakalım Galatasaray bu dönem de neler yapmış? 6
futbolcumuz (Furkan Özçal, Dany Nounkeu, Umut Gündoğan, Emre Can Coşkun, Yiğit
Gökoğlan, Veysel Sarı) Galatasaray’dan gönderilmiş. Kimizi kiralama, kimisi bedelsiz
karşılıklı fesih, kimisi satış, kimisi ise bedelsiz kiralama. Gelen oyuncu yok.
Sağlanan net gelir ise yaklaşık 666 bin euro. Bu rakam Gökhan’ın 1 yıllık
garanti ücretini karşılamıyor ya da hiç bir iş yapmadan oturan Prandelli’nin
yarım sezon için alacağı ücreti de. Yıllık çay, kahve, meşrubat masrafına 6
oyuncu gitti. Şaka gibi. Komedi gibi. Aslında tam bir trajedi. Büyük bir
yönetim anlayışı ve becerisi, daha ne olsun.
Bir tarafta başkanlarına rağmen anlı şanlı örnek alınacak
Çarşı taraftar grubu ve fark yaratan ruhları, kendilerine seremoni esnasında
eşlik eden ufak çocukların üşümelerini düşünecek ve onlara montlarını verecek
kadar duyarlı bir kaptan ve oyuncuları (bu benim de hep düşündüğüm bir olaydı
ve içten bir şekilde Tolga’yı tebrik ettim), diğer yandan her türlü
olumsuzluklara ve haksız görünmelerine rağmen takımıyla, yönetimiyle ve
taraftarlarıyla kenetlenen ne olursa olsun sevmediğim ve sevmeyeceğim takım, beri
tarafta ise yukarıda saydığım özellikleriyle bizim takım. Oysaki farklı olup,
bugüne kadar fark yaratan hep biz olmuştuk. Biz olmuştuk çünkü Galatasaray,
asla sadece 109 yıllık bir spor kulübü olmamıştı. Kökü 1481 yılına
ulaşan,1868’de kurulmuş “Galatasaray
Lisesi’nin” engin kültürüyle güçlenmiş tarihi bir birikimdi. Batıya açılan
pencereydi. Galatasaraylı özgürlükten, eşitlikten ve insan haklarından yanaydı.
Yurtseverdi, demokrattı, laikti ve hukukun üstünlüğüne inanırdı. Her türlü
düşüncenin özgürce ifade edilmesini savunan, dayanışma ve paylaşma kültürü ile
yaşayan bir camia idi. Şimdi mi? Artık bilemiyorum. Eğer bu değerlerden
farklılık gösterecekse, bu değerlerden sapma gösterecekse bilmek, öğrenmek,
duymak da istemiyorum. Bizim zaten Beyoğlu’nda ihtişamlı bir sarayımız var(dı),
gerisine zaten ihtiyacımız yok(tu) ki !
Tekrar eve ve akşam yemeğine dönecek olursak, bulgur pilavı
ve karnabahar yerken oğlum beni gururlandırdı. Üzülmedim mi, tabii ki üzüldüm.
Ama fikri hür, irfanı hür ve vicdanı hür
olarak yetişme şansına erişmiş biri olarak, oğlumu ancak desteklemem gerekirdi,
ben de onu yaptım. Ertesi gün oğluma arkasında ismi yazan bir forma bile aldık.
Giydi, en az Galatasaray forması kadar da yakıştı. Aslında ne giyse yakışıyor.
Oğlum artık Beşiktaşlı. Hoş Galatasaray’ın yenmesi sonrası ben aslında kiralık olarak Beşiktaş’a geldim diyor. Kafası
anlayacağınız hala karışık. Havalar ısınsın, ilk iş maça gitmek olacak. Tabii
ki Galatasaray maçına :)
Oğlumun Beşiktaşlı olması benim adıma üzücü bile olsa, daha
bu yaşta kendi kararını alıp, korkusuzca bunu ifade etmesi muhteşem bir olay.
Böylesi bir ortamı yarattığım için kendime de pay çıkarıp mutlu oluyorum tabii
ama bana yaşattığı gurur gerçekten paha
biçilmez. O kendi seçtiği yolun efendisi, kendi gemisinin kaptanı. Böyle
olacağını şimdiden bizlere gösterdi. Benim istediğim hayatı değil, kendi
tercihlerini yaşayacak ve ben ona sonuna kadar destek olacağım.