Bitmek bilmeyen bir tutku
Her ailenin ya tam olarak sorunu tespit edemediklerinden ya
da tespit etmiş oldukları sorunla tam olarak yüzleşmediklerinden sürekli
tartıştıkları hatta bazen hızlarını alamayarak kavga ettikleri bir ve hatta birden
çok konuları vardır. Bunlar ısıtılıp ısıtılıp öne konulan temcit pilavları gibi
sıkıntısız ve mutlu gecelerin en büyük düşmanları, kavga için konusuz kalan
çiftlerin de en büyük dayanaklarıdır.
Böylesi bir joker kavga sebebi konu bizim gibi kavga etmek veya
tartışmak için konu sıkıntısı çekmeyen bir ailede lüks olsa da yine de ziyadesiyle bulunmaktadır. Olmasa zaten şaşardım.
Zamanınız varsa gelin size biraz bundan bahsedeyim. Sıkılırsanız ne
yapacağınızı biliyorsunuz.
Bizim konu bundan 6 yıl öncesine dayanır. O zamanlar
Hollanda’nın Haarlem şehrinde inanmazsınız
ama mutlu ve hatta mesut yaşayan bir aile idik. Yediğimiz önümüzde
yemediğimiz buzdolabı ve marketlerde, gezip dolaşıyor, günlerimizin tadını
çıkarıyorduk. Benim yurt dışı bir görev almam sonucunda, eşim de ne yapıp ne
yaptı, araya bir çok tanıdık soktu ve kendine aynı şehirde bir yurt dışı görevi
buldu ve benim yanıma geldi. Size söylemiştim onun başaramayacağı şey yoktur.
Şaka bir yana ailemiz için bundan iyisi gerçekten de olamazdı. Beraberdik, çok
ama çok iyi kazanıyorduk, yurt dışındaydık, özgürdük ve Hollanda gibi son
derece liberal bir ülkede yaşıyorduk.
Yönetim olarak öyle midir bilemiyorum ama hayat tarzı olarak
Hollanda sosyalist bir ülkedir. Kimin zengin kimin orta gelirli olduğunu (düşük
gelirli en azından o dönemlerde pek bulunmazdı) ne oturduğu evden, ne giydiği
giysiden, ne de hayat tarzından
anlayamazdınız. Eminim arada belki de uçurum vardır ama öyle bir hayat
düzenleri vardır ki dışarıdan anlaşılamazdır. Tabii bu durumun getirdiği bazı
zorluklarda vardır ama bizim yaşadığımız dönemlerde oğlumuz da henüz aramıza
katılmadığından bu zorluklar bizi hiç etkilemezdi. Bilakis hoşumuza bile gider,
tadını çıkarırdık. Dedim ya tonla para vardı, iyi yer, iyi içer, iyi gezerdik.
İyi yerlere gider, harcarken pek düşünmezdik. Evimiz şehrin tam merkezindeydi.
İşimiz eve yakındı. Kendimizce sosyal bile sayılırdık bu dillerini
bilmediğimiz ülkede. Hele ki Noel zamanlarında.
Sokaklar cıvıl cıvıl, ışıl ışıl ve neşe içerisinde, mutluluk içerisinde
olurdu, ayrılamazdınız. Tüm şehrin nasıl birer şehir korosuna dönüştüğüne
şahitlik ederdiniz mesela. Noel ağaçları süslenir, ışıklı ev, bahçe, cadde
süslemeleri yapılırdı. Hediyeler alınır, tebrik kartları verilir ve Noel
arifesinde Noel Baba'nın gelişi sokaklarda kurulan çadırlarda simgesel olarak
canlandırılırdı. Hatta bu işi abartırlardı.
Noel gecesi herkes akşam ailece yenen yemek için evlerine
kapanır ve sonra sanki sözleşmişler gibi, hiç sanmadığınız, tahmin bile
edemeyeceğiniz bir dakiklikle, neredeyse aynı anda evlerinden sokaklara
dökülmeye başlayıp kendilerini devam ettikleri kilisenin bahçesine atarlardı.
Ben böyle bir uyum hiçbir yerde hala görebilmiş değilim. Her bir kilise bahçesine
sıcak şarap satıcıları, sosis satıcıları, mum satıcıları hangi arada gelmişler,
ne zaman tezgahlarını kurmuşlar ve birden nasıl önlerinde kuyruk oluşturmuşlar
bırakın anlamayı her şey olup bitene kadar hani neredeyse görmezdiniz bile.
Şaşırarak ve tabi söylenerek sıraya girer ve kendinizi sıcak şarabın tatlı
tadına verirdiniz.
Sonra bir elinizde kırmızı şarap diğer elinizde yanan mumla,
tüm kalabalığın söylediği duaları, şarkıları dinlemeye başlar ve Hz. İsa’nın
gelmesini beklerdiniz. Ben sordum soruşturdum şimdiye kadar geldiğini gören yok
ama gelmesine umut hep devam etmekte. Bu vesile ile buradan belirtmek isterim
ki ben biraz şarabın da etkisiyle gelmesini her seferinde çok istemiş hatta bu
kadar hazırlık ve kişiye rağmen gelmemesine yine her defasında bozulmuşumdur.
Yalan değil ne keyif almıştık orada yaşamaktan. Eşim İstanbul’a
hiç dönmek istememişti. Belki yaşadığımız dönemin şartlarının iyi olmasından, belki fazlasıyla özgür olmamızdan, belki de gerek kültür gerek karakter ve
gerekse yaşam tarzı olarak oradakilere İstanbul’dakilere göre çok daha fazla
benziyor oluşundan. Ben mi? Ben ne yalan söyleyeyim dönmek istemiştim ama
nedenini hiç düşünmeden sanki yalnızca dönmek zorunda hissettiğimden. Çok
eğlenmiş, çok gezmiştik. Huzurluyduk. Kendimize zaman ayırabiliyorduk. Kitap
okuyabiliyor, sinemaya gidebiliyor, yolculuk yapabiliyorduk. Rüya gibi bir
dönemdi ve dedim ya neden dönmek istedim hiçbir fikrim yoktu taa ki geçenlerde,
yani 6 sene sonra yaptığımız ziyarete kadar. Seneler önce neden dönmek istediğimi aslında
son ziyaretimiz sırasında fark ettim.Hayatımı orada kalarak ötelemek
istemiyordum her şeyden evvel. Çocuk sahibi olmak istiyordum ve çocuğuma en iyi
şartları sunabilmek. O yıllarda belki farkında bile değildim ama hijyeni tercih
ediyordum hem kendim hem eşim ve hem de çocuğum için. İkea’nın minik
miniminnacık model evlerinde değil, daha büyük evlerde yaşamak istiyordum.
Hasta olduğum zaman ya da sevdiklerimden biri hasta olduğu zaman sorunsuzca ve
sualsizce hastaneye gidebilmek istiyordum. Bunun için mahalle doktorundan izin
alıp, hastalığımı ona kanıtlamak durumunda kalmak istemiyordum. Hollanda bir
çok yönden çok iyi bir sistem kurmuş durumda. Bir çokları için ideal, uygun ve
hatta belki rüya gibi ama bana göre, bize göre değildi sistemleri. Ben bunu
hissediyordum. Dönmemiz gerektiğini biliyordum. Biz oraya değil buraya aittik.
En iyisine, en uygun olanına, en güzeline değil belki ama bizim olanına aittik. Bunları eşime hiç söylemedim çünkü bu son gezimize kadar ben de bunları bilmiyordum. Ortaköy dedim, arkadaşlarım dedim, rakı –balık- boğaz dedim, kim bilir daha
neler neler dedim ve biz geri döndük.
Dönüşümüz sonrasında ki süre boyunca bu konu aile gündemimizde
haklı olduğu yeri sürekli olarak korudu durdu. Özellikle ülkemizin son
zamanlarındaki konjonktürü gereği yurt dışında yaşama şartları hep bir açık konu
olarak gündemimizde kaldı. Tabii ilk akla gelen yerde Haarlem oldu. Tekrar
gidip, oralarda bir hayat kuralım mı konusu bizim ailenin en sıcak konusu oldu
aylar boyunca. Konu bununla da sınırlı kalmadı, tatil planlarımızın da içine
sızmayı bildi. Ben ne zaman yurt dışına çıkalım desem eşim Haarlem dedi ben ise
yurt dışına gitmekten vazgeçtim. Ben şarap, peynir, sıcak hava diyorum, eşim
varsın yağmur olsun yine de Haarlem olsun diyordu. Peki ne yapacaksın orada,
gel İtalya’ya, İspanya’ya, hatta Portekiz’e gidelim dediğimde o ısrarla
Hollanda reklamı yaptı durdu. İyi de oldu valla, aile bütçesine bu şekilde
yardımcı olmuş oldu. Ben Haarlem’e gitmek istemediğimden yurt dışı
seçeneklerini de birer ikişer yok ettik durduk ve vize gerektirmeyen, daha
ucuza çıkan, dilini, huyunu bildiğimiz bizim olanı hep tercih ettik yıllar
içinde. Taa ki geçtiğimiz bayram tatiline kadar.
Bayram tatilinde ne mi oldu?
Neler olmadı ki. Anlatacağım efendim ama kısa bir aradan
hemen sonra. Yakında görüşmek üzere.
Sevgi ve saygılarımla,
0 yorum:
Yorum Gönder