Determinizm vs Kelebek etkisi
Başına yan gelip yatarken elma düşen ve bu sayede şöhreti
yakalayan Newton, determinizm ve daha nice başka görüşün yaratıcılarındandır.
Bakın 1814 yılında, meşhur matematikçi Pierre-Simon Laplace determinizm hakkında
neler yazmış:
“Eğer bir akıl,
herhangi bir anda doğayı biçimlendiren güçlerin tümünü ve doğadaki her
yaratığın konumunu bilseydi; ve ek olarak, eğer bu akıl tüm bu veriyi
işleyebilecek bir güçte olsaydı, aynı anda evrendeki en büyük nesnelerin olduğu
kadar, en küçük atomların da hareketini tanımlayabilirdi: Böyle bir akıl için
hiçbir şey belirsiz olmazdı ve geçmiş gibi gelecek de onun için bilinir olurdu”.
Oldu canım, bana da iki çay söyle lütfen. Kazın ayağı pek öyle
değildi ama bizim Fransız matematikçi böyle düşünüyordu. Laplace aslında
determinizm diye adlandırılan bir görüşü dile getiriyordu: Dünyanın şu andaki durumunun, geleceğin nasıl oluşacağını tam olarak
belirlediği fikri.
Günlük yaşamda, determinizm kişisel niteliklerimizin ve
belirli herhangi bir durum ya da ortamın özelliklerinin bizi doğrudan ve
tartışmasız olarak çok belirgin sonuçlara götüreceği bir dünyayı ima eder. Bu
çok düzenli bir dünyadır, her şeyin öngörülebileceği, hesaplanabileceği bir
dünya. Ama Laplace’nin rüyasının gerçekleşmesi için daha birçok şart da beraberinde
sağlanmalıdır. Birçok akademisyen Laplace’nin determinizm hakkındaki
inançlarını paylaştılar. Onlar da, Galton gibi, yaşam içindeki yolumuzun kesin olarak kişisel niteliklerimizce
belirlendiğine, ya da Quételet gibi,
toplumun geleceğinin öngörülebilir olduğuna inandılar. Sık sık Newton
fiziğinin başarısından esinlenip insan davranışlarının da, doğadaki diğer
olaylar gibi güvenilir bir şekilde öngörülebileceğini düşündüler. Günlük dünyamızın geleceğinin, aynı gezegenlerin yörüngeleri
gibi, şu andaki durumdan yola çıkarak kesin bir biçimde belirlenebilmesi onlara
mantıklı geldi.
İşte şimdi tam bu noktada size bir hikaye anlatmak
istiyorum. Atmasyon değil, uydurma hiç değil. Gerçek yaşanmış bir hikaye.
1960 yıllarında Edward Lorenz adında bir meteorolog,
meteorolojinin bilinen yasalarını uygulayarak ileriki zaman dilimleri için
hesapladığı hava durumunu sayılar şeklinde yazıcısına basacaktı. Bir hafta sonu
uzun uzun çalıştı ve hesaplamaları başlatıp evinin yolunu tuttu. Hafta başında
çalışma ofisine geri döndüğünde yazıcıda yeterli kağıt bırakmadığını fark etti.
Konu Edward Lorenz ‘in zekası ya da aptallıkları olmadığı için bu dalgınlığı ya
da hatayı çok konu etmeyeceğim. Kağıt eksikliğinden doğal olarak hesaplamaların
ortasında yazıcı durmuştu. Birazda sanırım tembel olduğundan (ama bu tembellik
ya da bu dalgınlık ya da bu aptallık zaten hikayenin bugün anlatılmasını
sağlıyor) tüm hesaplamayı yeni baştan yapmak istemiyor ve kaldığı yerden devam
etmeye karar veriyor. Yazıcıda son çıkmış olan veriyi başlangıç değeri olarak
girip, oradan devam etmeğe başlıyor. Bizim bilim adamı o kadar tembel ki tüm
rakamları da yazmıyor ve mesela 0,293416 gibi bir sayı yerine 0,293 olarak sayıları
giriyor. Öyle ya kim takar virgülden sonraki 10.000’ler basamağını. Hata olsa
kaç yazar, kim anlar, kim bilir, kim umursar.
Bilim insanları genelde, bir sistemin başlangıç koşullarında
ufak bir değişiklik yapılırsa, o sistemin evriminin de ufak bir değişiklik göstereceğini
varsayarlar. Neticede, meteorolojik veri toplayan uydular değişkenleri ancak
virgülden sonra iki ya da üç hane hassasiyetle ölçebildiklerinden, 0,293416 ve
0,293 arasındaki minik farklılıkları anlayamazlar bile. Kim bu masum düşünce ve
kabul nedeni ile bizim Lorenzi’yi suçlayabilir ki? Ama işte o tembel Lorenz,
böyle ufak farkların sonuçta büyük değişikliklere neden olduğunu buldu. Bilim dilinde başlangıç koşullarına kritik bağlılık olarak
bilinen bu olaya, bir kelebeğin kanat
çırpışlarından kaynaklanabilecek kadar ufak atmosferik değişikliklerin sonuçta
küresel iklim oluşumları üzerinde büyük etkiler yaratabileceği içermesine
atfen kelebek etkisi adı verildi.
Ne midir bu kelebek etkisi? Bir sabah fazladan içtiğiniz bir
bardak kahvenin, yaşamınızda çok büyük ve derin değişikliklere neden olması
demek. Bu bir bardak kahve için harcadığınız fazladan zaman, tren istasyonunda
müstakbel eşinizle karşılaşmanıza, ya da kırmızı ışıkta geçen bir araba
tarafından ezilmekten kıl payı kurtulmanıza neden olabiliyor. Eşim ile bu
bölümü tartışırken aklımıza ister istemez Sliding
Doors filmi geldi. Ne muhteşem bir filmdir. Seyretmeyenlere mutlaka
önereceğim sıra dışı ve unutulmaz bir filmdir. Son anda kapanan bir kapı ile
tamamen değişen bir hayat, üstelik aynı anda izleme imkanı ile.
Burada anlatılmaya çalışılan, yaşamımızdaki önemli olayların
arkasına ayrıntılı olarak baktığımızda, büyük değişikliklere neden olan,
görünürde önemsiz, rastgele bir çok olay vardır gerçeği ve işte bu önemsiz ve
rastgele olayların aslında hayatlarımız için belirleyici olanlar olduğu
çıkarımı.
Rastgele etkenler, en az niteliklerimiz ve eylemlerimiz
kadar önemlidir. Birçok insan, entelektüel bir düzeyde rastgele etkenlerin
önemini anlasalar bile, duygusal bir düzeyde buna direniyorlar. En basit
ifadeyle bir çok kişi meşhur kişilerin kariyerlerinde şansın rolünü küçümserler
oysaki bir çoklarının hikayesi göstermektedir ki şansları olmasaydı onları
bugün yalnızca aileleri ve arkadaşları tanıyor olacaklardı.
Peki ama neden rastlantısallık olayına inanmayı tercih
etmeyiz?
Her şeyden evvel yaptıkları ile kazandıkları arasında
rastgele bir ilişki olduğuna inansalardı, çok az sayıda insan ciddi anlamda bir
çaba gösterirdi. Öyle ya zaten iş şansa kalmış ben neden kendimi yorayım ki
diye düşünürlerdi. İnsanlar “kendi ruh
sağlıklarını korumak için” başarıda yeteneğin rolünün derecesini abartmışlardır.
Yani, sinema yıldızlarını, yeni tanınmaya başlamış yıldızlardan daha yetenekli
görmeye ve dünyanın en zengin insanlarının aynı zamanda en akıllıları da
olduklarını düşünmeye eğilimliyiz. Siz belki değil ama dünya genel ahalisi bu
yönde düşünmektedir.
Bir başka neden ise rastlantısallığın yaşamımızdaki
etkilerini kaçırıyoruz çünkü dünyayı değerlendirdiğimiz zaman, sadece
beklediklerimizi görme eğilimindeyiz. Aslında beceri düzeyini başarı düzeyine
bağlı olarak tanımlayıp, sonra da nedensellik duygumuzu aradaki bağıntıyı öne
çıkartarak güçlendiriyoruz.
Bir bara gittiğinizi düşünün. Benim için zor bir hayal değil
çünkü gitmesini çok severim. Karizmatik ve hatta yakışıklı barmen ile lak lak
ediyorsunuz. Barmen size bir film yıldızı olmak istediğini söylese ne
düşünürdünüz? Muhtemelen tamam, tamam, sen şimdi sadece şu sodayı
fazla kaçırmadığına dikkat et, yeter türünden bir şeyler düşünürdünüz.
Aslında pekala aman Tanrım, geleceğin bu
karizmatik film yıldızı ile baş başa konuşma fırsatını yakaladığım için ne
kadar şanslıyım, diye de düşünebilirdiniz.
Beklentilerin kurbanı olmak kolaysa, birilerinin bundan
yararlanması da kolaydır. Doktorların beyaz önlükler giyip muayenehanelerinin
duvarlarına türlü çeşitli sertifika ve diplomalar asmalarının, kullanılmış
araba satıcılarının motora para gömmek yerine arabanın dışındaki ufak tefek
çizikleri tamir etmeyi tercih etmelerinin ve öğretmenlerin genelde “mükemmel” bir öğrenciye aynı ödevi veren
“zayıf” bir öğrenciye göre daha
yüksek not vermelerinin nedeni de budur. Bunun farkında olan pazarlamacılar da
önce bizlerde beklentiler yaratıp, sonra da bunlardan yararlanacak reklam
kampanyaları tasarlarlar.
Bu bizi nereye mi
götürür?
İşte bu nedenle neden
bir filmin iyi iş yaptığını, bir adayın seçimi kazandığını, bir fırtınanın
oluştuğunu, bir hissenin düştüğünü bildiğimize inanırız. Hepimiz bir anda
konunun uzmanı kesiliriz ama hep geriye dönük olarak. Hiç birimiz ama kolay
kolay bir sonraki fırtınayı ya da seçimi kimin kazanacağını ya da doların ne
olacağını bilemeyiz. Geçmişi açıklayan
öyküler uydurmak, ya da gelecek hakkındaki su götürür senaryolara inanmak
kolaydır.
Bir sonraki yazı işte tüm bunlarla ilgili olacak. Geçmişe
bakıldığı zaman gerçek akış sanki en olası senaryo ya da olasılık gibiymiş
görünüyor ama yaşarken durum bu kadar açık ortada olmuyor. İyi tahminler
yaptığımızı sanıyoruz ama yanılıyoruz. Çoğu kere de bu nedenle kibirli ve
hatalı kararlar alıyoruz.Tüm bunların nedenlerini konuşacağız. Tabii ki en
sonunda hepsini bir yerlere bağlamaya çalışacağız.
Bu arada yazıyı sonlandırmadan, Mavi AY dizisinden önce,
Bruce Willis karizmatik, genç bir barmendi ve kim bilir kaç kişi onunla
konuşmuştu.
0 yorum:
Yorum Gönder