Mevsimlerden Kış sonrası ruh halim
Bir kaç hafta evvel Mevsimlerden
Kış diye bir yazı kaleme almıştım. Karamsar hatta depresif özellikler
taşıyan bir yazıydı. Kendimle yüzleştiğim bir yazı olmasından sebep kişisel
olarak yazdıklarımı beğenmiştim ama sonrasında nedenlerini düşünmeden de
edemedim. Aslında yazdığım kelimelerin anlatmaya çalıştığı asıl hikaye, o
kelimelerin o anda nerede ve hangi şartlarda seçilirse seçilsin, kendi iç
dünyama yaptığım yolculuğun ip uçlarını verebilmeleriydi. Kelimeler yalnızca bir
araçtı. Zihnimin bilinçli olarak unutmayı tercih ettiğim, çoğu zaman görmezden
ve duymazdan geldiğim en ücra köşelerine beni taşıyan araçlardı. Önemli olan
okunan ya da yazılmış olan satırlar, ezberlenen cümleler değil, bunlardan
geride kalması gereken tortular, atılması gerekli olan safralardı. Beynimin,
zihnimin bu sayede tetiklenmesi ve bu tetiklenme sonucu olarak üretilen
düşünceler, fikirler ve hayallerdi. İşin ilginç, rahatlatıcı, ve muhteşem olan
noktası ise yaratılan tüm düşünce, hayal ve fikirlerin yazılmış olan satırlardan
bağımsız olabilmesiydi. Yazı yazmak, kitap okumak gibi, her bir yazanın ya da okuyanın
ayrı bir hikayedir aslında. Yazı yazmak aynı kitaplar gibi kişiselliktir. Yazı
yazmak kendi iç dünyana yaptığın yolculuğun altın anahtarıdır. Kimsenin
bilmediği sığınağındır. İnsanlardan, olaylardan, dertlerden veya seni rahatsız
eden ne ise onlardan bir kaçış ya da bazen kaçmaktan sıkılıp çözüm arayışına
geçebilme cesaretidir. Bu yazı işte böylesi bir ruh hali sonrasında kaleme
alınmıştır. Mevsimlerden Kış yazımın bende tetiklemiş olduğu duygu ve
düşüncelerin paylaşılması adına kaleme alınmıştır.
Geçenlerde incelediğim bir kitabın içerisinde çok değil
yalnızca yüz yıl önce çekilmiş bazı resimleri gördüm. Ortalama bir insan ömründen biraz daha fazla
bir süre. Başka bir ifadeyle o devirleri ve günümüzü gören insanlardan bazıları
hala bizimle beraberler. Resimlerdeki giysilerini, üstünde yürüdükleri
caddeleri, binaları görünce şaşırmadan edemedim. Eminim böylesi fotoğraflar
sizler de çoğu kere görmüşsünüzdür. Bu resimleri daha doğrusu resimlerdeki
hayatı günümüz şartları ile karşılaştırdım. Üstelik çok uzağa gitmeme gerek de
yoktu. Değişimin büyüklüğünü ve hatta korkutuculuğunu görebilmek için resimdeki
binaları Uzakdoğudaki uzaya yükselen binalarla karşılaştırmama gerek bile
yoktu aslında. Yalnızca bir insan ömrü süresinde değişim ve gelişim bir hayli
fazlaydı. Sonra oğlumun belki de ev telefonu gören son nesil olacağı gerçeği
geldi bir anda aklıma. Elveda Rumeli dizisinde (çok sevdiğim, içimi titreten
bir diziydi) nehir kenarlarında çamaşır yıkayıp, türküler söyleyen kişiler
geldi sonrasında aklıma. Geçmişin televizyonsuz, radyosuz ve hatta
elektriksiz günleri ve o günlerdeki
hayatın zorlukları ile günümüzün bilgiye nasıl da kolay ulaşılabilirliğini,
karşılaştırdım ister istemez. Tüm bu gelişimin tek nedeni insan hayatının daha
da kolaylaşması ve bizlerin daha bir mutlu olmamızdı.
Peki sahi, bizler mutlu muyuz? Bir çok kez sordum, tekrar
sormak istiyorum. En son ne zaman içten gelerek kahkaha attınız? Neden insanlar
kendilerinden dahi sıkılır oldular? Ailemiz dışındaki kişilere karşı şefkatli
olmayı ne zaman, neden ve nasıl bıraktık? Şartsız sevgimize ne oldu? Her şeyin
iyi yanını görmeye ne zaman son verdik? Ne zaman beynimiz hislerimizin yerini aldı? Bir zamanların insanı insan yapan özelliklerinin yerini neden başka başka, tanımadığımız, yadırgadığımız ve dahası hiç alışamadığımız özellikler gelip yerleştiler? Neden daha bir panik, daha birdepresif özellikler
sergilemeye başladık? Yaptıklarımız neden daha çok bir fedakarlık olarak
görülür oldu?
Bugün tango yüklü bir hayat yaşayan, davetkar bir hüzün denizinde
yüzüp, umut ile çıkış yolu arayan yalnız ben değilim. Çevremde farklı eğitim,
farklı vizyon ve farklı sosyo-ekonomik seviyelere sahip bir çok insan benimle
aynı durumda. Eminim bu durum yalnız ülkem için de geçerli değil. Avrupa, Asya
ve Amerika’da da durum çok farklı değil bence. Tamam tabii ki şartlar, imkanlar
ve beklentiler farklı ama yaşanan gerçekler büyük resim açısından pek de farklı
değil. Kimse aslında mutlu değil. Ya mutluluk oyunu oynuyor ya da içinde
bulunduğu durumu tanımlamaya çalışıyor. Şanslı olanlar ise tanımlama fazını
geçip çözüm aramaya başlamış olanlar. Bataklık gibi, girdap gibi bizi içine
çeken ve orada tutup enerjilerimizi, hayallerimizi ve umutlarımızı yok eden bir
mekanizma sanki görev başında. Beklenti düzeylerimizi her geçen gün biraz daha
sığlaştıran acımasız bir tasarlanmış düzen. Kendi hayatlarımızın kaptanları
olmalıyız haykırışları güzel de hayatlarımız ne kadar bizlere ait ki!
Ben hemen peşin peşin ifade edeyim. Bize ait olanı değil,
bizim içi,n tasarlanmış olanı yaşıyoruz. Doğallık bence artık bizim için mevzu
bahis değil. Sanayi Devrimi ile artık yeni bir dönem yaşanmakta ve bizler
sadece birer piyonuz. Hoşunuza gitmiyor değil mi? Benim de hem de hiç ama
düşünün en son ne zaman hiçbir şey düşünmeden, sonrasını umursamadan çılgınca,
yalnızca siz istiyorsunuz diye bir şey yaptınız? Sorumluluklarınız var,
endişeleriniz var, alışılageldik doğrularınız ve sizin sandığınız bir hayatınız
var.
Bu konu bu yazı ile bitmeyecek kadar derin ve kapsamlı.
Tadında bırakalım. Bir sonraki yazımda bu konuya yine devam edeceğim. Yorumunuz
ile katkı yapsanız da yapmasanız da ...
Selam ve sevgilerimle,
0 yorum:
Yorum Gönder