Bir nevi Komplo Teorisi: Sapartacus’lerin sonu
Farkında olalım ya da olmayalım başkalarının tasarlamış olduğu
hayatları yaşamaktayız. Amacım komplo teorisi üretmek değil ama görünen köy de
kılavuz istemiyor işte. Bırakın hayatlarımızı beyinlerimizin bile özgür değiller.
Amacım ne siyasi bir yazı yazmak ne de bir medya eleştirisinde bulunmak ama
bugün maalesef tüm gençlik ve hatta neredeyse tüm toplum depolitize edilmiş
durumda. Dahası olmamış olanlar da sindirilmiş, sessizleştirilmiş durumda. Tüketime
odaklanmış, kaliteli kitap, şiir ve müzik yoksunu bir toplum hedeflenmiş ve
kötüsü başarılmış durumda. Tüm dünya için cahilleştirme, sıradanlaştırma ve bizimkine
ilave yeşilleştirme gayet başarılı bir şekilde uygulanmış ve uygulanmaya her
daim devam ediliyor. Kimseler kafasını kaldırmasın, farklı yollara sapıp,
hayaller kurup, bu düzenden ayrılmaması için günlük bazen ufak bazen ise yüksek
dozlarda endişe kapsülleri verilmeye başlanmış. Yalan değil hepimiz geleceğimiz
için endişeliyiz. Geleceğimizi garanti altına almaya çalışıyoruz. Çocuklarımız
için en iyi okulları seçmek için uğraşıyoruz. Yılda zaten bir kere tatilim var, en iyisi olmalı diyoruz. İyi bir
evde oturmak, güzel eşyalar sahip olmak istiyoruz. Çeşit çeşit markalar için
harcadığımız zamanları ve paraları düşünün.
Endişe, sürekli endişe şırınga ediliyor bizlere.
Hayatlarımız endişelerimizi gidermek için yaptığımız uğraşlarla geçip gidiyor.
Başarı bile kriterlere bağlanmış aynı performans gibi. Kimin hayatında Key
Performance Indicator bugün yok ki? Neye ve kime göre başarı? Kim bu
tanımlamayı yapabilir ki? Kullandığımız arabanın markası, evimizin bulunduğu
semt, çocuğumuzu gönderdiğimiz okul nasıl bizlerin başarısını ölçebilir ki? Tek
kriter maddiyat nasıl olabilir? Kriterler bu olunca bir optimizasyon da
sağlanamıyor işte. Varımızı yoğumuzu çocuğumuzun okuluna gömüp yalancı bir
fedakarlığın sağladığı his ile kendi mutluluklarımızı minimize edebiliyoruz.
Oysaki amaç ailenin mutluluk optimizasyonu olması gerekmez mi? Yaratılan
kişisel milatlar içimizdeki bu eksikliklerden değil mi? Kaçımız aslında aldığımız
bir gömlek, gittiğimiz bir kurs ya da okuduğumuz bir kitap ile yeni bir
başlangıç yapmak istiyor ama her defasında aslında duvara toslayıp kendimizi
kandırdığımız gerçeği ile yüz yüze geliyoruz.
Düşünün
ki sosyal medyayı kullanan bizler, ne zaman ve neden nickname kullanacak kadar
çekingen ve mesafeliyken bugün bu kadar tüm hayatımızı paylaşır ve dahası
paylaşmaktan keyif alır ve bunun için çaba sarf eder olduk? Aslında her
birimiz büyük bir oyunun yalnızca küçük birer parçalarıyız. Biliyorum kulağa
çok komplo teorisi gibi geliyor ama aslında amaç hiçbir zaman bizim sisteme
ulaşmamız olmamıştı, sistemin bize ulaşabilmesiydi. Bugün artık kullandığımız
sosyal medya ve medyayı kullandığımız araç ve gereçler sayesinde, ne içiyor, ne
tüketiyor, hangi kitapları okuyor, ne zaman nereye gidip, ne kadar kalıyor, ne
konuşuyor ve hatta ne düşünüyor, hayata nasıl bakıyoruz hep ama ama hep
biliniyor. Gerçekleştirilen ve geliştirilen tüm pazarlama, satış ve yönetim
stratejileri aslında hep iplerimizi tutanların menfaatlerine. Bir kaç hareketle
altın düşebiliyor, borsa çıkabiliyor, Araplar baharlaştırılabiliyor, depremler
olabiliyor, nükleer denemeler yapılabiliyor. Bizler mi? Kaptan mı? Yok canım,
bizler yalnızca piyonlarız. Kabul etmek gerekiyor ki bizler yalnızca matrixin
birer parçalarıyız. Söz konusu matrixin hayalini kuran kişilerin çocuk ve
torunları ise bizlerin belki de yeni ya da her daim yöneticileri, bizler
farkında olalım ya da olmayalım, kabul edelim ya da etmeyelim.
Dünyada en çok kullanılan ilacın bir anti depresan olduğunu
biliyor muydunuz? Depresyon ve stres dolu hayatlar yaşamaktayız ve
bulabildiğimiz tek çözüm maalesef kimyasallar.
Tüm bu endişe ve sıkıntılardan, stres dolu koşuşturmacalardan siz de
sıkılmadınız mı? Tüm bunları içinizde yaşarken dışarıya karşı başınızı dik
tutmaya çalışmaktan yorulmadınız mı?
Jean
Jacques Rousseau zamanında ne de güzel söylemiş: “Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna hiçbir
zaman inanmadım. Özgürlük daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır..."
Ben tüm bu endişelerden, koşuşturmacalardan, stres dolu hayattan yoruldum.
Özgür olmak ve bu mekanizmanın bir parçası olmak istemiyorum. Ama bunu nasıl
gerçekleştirebileceğim, işte bilemiyorum.
Bundan yıllar yıllar Fransız halkı evrim geçirmiş, büyük bir
bilinçlenme ve aydınlanma hareketiyle başta saray ve kral olmak üzere
seçkinlerin denetiminden çıkma başarısını göstermişti. Soylu sınıfı ile
burjuvalar arasındaki amansız savaşı burjuvalar kazanmıştı. İhtilalin ve
devrimin mottosu ise özgürlüğün tüm alanda olması gerekliliği idi. Dile kolay
yüzlerce yıl önce Descartes, Montesquieu, Voltaire, Rousseau, Diderot,
d’Alambert ve daha niceleri kol kola girip, omuz omuza yürüyüp düşünce ve ifade
özgürlüğü için savaşmışlardı. “Senin
düşüncelerine katılmıyorum ama düşüncelerini özgürce ifade edebilmen için
hayatımı bile verebilirim…” düşüncesinin hakim olduğu yıllar ve bu yılların
ürünü Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik idealleri ve bu ideallerin vücut bulduğu 1789
Fransız İhtilali.
Ya da daha eskilere gidin ve gerçekleştirilen Rönesansı bir
düşünün. Ya da daha da eskilere gidip koskoca Roma İmparatorluğuna kafa tutan
Spartacus’leri düşünün. Toplumumuzda bugün de nice Spartacusler, nice
Voltaire’ler mevcut. Eskinin kişilerden gerçekleştirilen ve tüm topluma mal
olan kıvılcımları bugünün erkleri tarafından maalesef parlamadan söndürülüyor.
Nasıl mı? Az önce bahsettiğim endişe kapsülleri ile. Nice Spartacus’ler daha
arenaya bile çıkamadan sıradan bir Roma askerine dönüşüyor. Bu dönüşüm o kadar
başarılı ve bir o kadar sistematik ki takdir etmemek ve kaderimiz için acı
duymamak içten değil.
Kendimi düşünüyorum mesela. İçimde biliyorum ve
hissediyorum 1000 Spartacus yatıyor. Bir kalksa ne de güzel olacak ama sürekli
pinekleyip duruyor işte. Kaldır kaldırabilirsen. Miskin miskin tembellik
yapıyor zar. Ne Voltairevari düşünceler gelip geçiyor. En az Da Vinci kadar
mühendis olduğumu da biliyorum. Buradaki en
az kelimesi sonrasında da ufak at da
civcivler yesin demek istedim bir anda. Ama işte ne bedenen ne de ruhen
rahatlayıp da fikirlerimi hayata geçiremiyorum, hatta çoğu kere fikirlerimi
odaklamayı bile başaramıyorum. Ben de Newton gibi ağaç altında yatıp, keyif
çatmak ve bir şeyler keşfetmek isterdim. Ya da ne bileyim hamamda keyif yapıp,
sonrasında Evreka diye bağırarak koşup çıkmak isterdim. Bir şeyler
keşfedebilmek için çalışmanın, öğrenmenin, deneyimlemenin, yaratıcı olmanın
yanı sıra ruhsal ve fiziksel bir detox da gerekiyor bence. O kadar yorulmuş, o
kadar kirlelenmiş, o kadar stres yüklüyüz ki yeni bir şeyler ortaya çıkarıp,
fikirler geliştiremiyoruz atamıyoruz. Daldığımız, bizi sürekli tüketen,
alışageldik hayatlarımızı yaşamaya devam ediyoruz.
Çok şükür ben ve ailem
sağlıklıyız, para kazanıyoruz, işte ve evde belli bir seviye mutlu ve huzurluyuz
da daha ne olsun diyoruz ve aynı hayatı, bizim için tasarlanmış olan hatayı
yaşamaya devam ediyoruz. Sonrasında da
işte sessiz çığlıklarımız sağır duvarlardan yansıyıp ve tekrar yansıyıp ve hatta tekrar yansıyıp duruyor hiç durmadan.
Birbirinin kopyası olan evden işe, işten eve günlerimizi bozup bozup
harcıyoruz. Monotonluğun ve sıradanlığın dayanılmaz hafiflik ve gücü karşısında
ezilip tükeniyoruz, yok oluyoruz, marinalaşıyoruz. Anı yerden alınan sebzeler, sürekli tercih
edilen aynı veya birbirinin benzeri tatil mekanları, aynı sınıf
arabalar,birbirinin kopyası benzer hayatlar. Her birimiz birer makine aksamı
olup çıktık, her geçen gün birbirimize biraz daha çok benzemeye başladık.
Her şeyin nedeni endişe topları nedeniyle arayışlarımız ve amaçlarımızda zaten
hep aynı: Güvenlik ve Garanti. Stres yüklü, yılgın ve yorgun hayatlar ve
karşılığında kısıtlı seçenekler ve zincirlenmiş beyinler. Bir tshirt ve kot
giyip Starbucks’a ya da Caffe Nero’ya oturmak, amaçsız saatlerce boş boş
yürüyebilmek, geleceği en azından bir saat olsun düşünmemek öyle kolay
değildir, en azından alışılmadıktır. Ben demiyorum bahçelerdeki sularla dans
edip ıslanalım, elbiselerle denize atlayalım ya da saatlerce balık tutup,
kumsallarda gitar çalalım. Ben yalnızca zincirlerimizi ve zorunlu dayatılan
şeylerden bir an olsun uzaklaşabilelim diyorum. Tek ihtiyacımız olan şey
aslında özgür olabilmemiz.
Ne zamandır istediğim bir eve taşınmak, yine istediğim bir
hayatı yaşamak istiyorum ama iş ciddi planlamaya gelince hemen bu hayallerime
bir son veriyorum. Başlıyorum elimde olanların artılarını yazmaya. Hayalini
kurduklarımın birden hiç düşünmediğim kadar eksileri gözümün içine kadar
girmeyi başarıyor. Üzümün sapı, armudun çözü derken bir anda mevcut sisteme
yine dönüş yapıp duruyorum her seferinde. Amaç, hayal, istek, donanım tabii ki
olmalı ama başka bir şey daha olmalı. Başlayabilme cesareti. İlk adımı atabilme
çılgınlığı.
Herkesin hayatı benzer de olsa, şartları ve sahip oldukları
açısından kendi mikro dünyamızda kendine göre. Bu nedenle herkes kendisi için
en iyi yolu yine kendisi bulacaktır. Bununla beraber siz siz olun kişilik
alanlarınızı yaratın ve sahip çıkın. Kurmuş olduğunuz empatinin fazlasının
sizden götürdüğünü bilin. Kendinize zaman ayırın. Hobiler edinin. Bol bol
hayaller kurun ve bu hayallerinizin peşinden koşun. Kendinizin değerini bilin.
Sizden bir tane daha yok bu dünyada. Kendinizi sevin ve dahası gurur duyun. Mutluluğunuz
varsa sıkıca sarılıp nedenini düşünmeden, sorgulamadan tadını hem de sonuna
kadar çıkarın. Size heyecan veren, hayatınıza neşe ve anlam katan ne varsa
düşünmeden peşinden gidin hatta koşun. Unutmayın bu dünyaya yalnızca bir kere
geliyoruz. Hayat bizlerin hayatları olmalı. Nasıl olacağına ilişkin kararı da bir
başkası bizim adımıza değil, ancak bizler verebiliriz.
Tercihlerimizin hayal dünyamıza giden yollar olması
dileklerimle ...
0 yorum:
Yorum Gönder