Hayatınızın kontrolü sizde mi?
Dört yazıya konu olmasından anlamış olacağınız üzere bu
seneki tatilimiz çok şükür güzel geçti. Konu hakkında yeterince yazmış
olduğumdan, merak etmeyin tekrar o konuya girme niyetinde değilim. İşte bu
güzel tatil öncesinde eşimin annesi bizimleydi. Onun bizimle kalmasından
faydalanıp eşimle yapmaktan belki de en keyif aldığımız programlardan bir tanesini
gerçekleştirip soluğu Akmerkez Remzi Kitabevinde aldık. Ne keyiftir anlatamam
sizlere. Önce gidip onlarca kitap seçeriz. Sonrasında kahve, çay ve kek
servislerinin olduğu masalara kurulup saatlerce seçtiğimiz kitapları inceleriz.
Kış ise ben kesin salep içerim. Eşim her daim kekini mutlaka alır. İşte bu
program sırasında seçtiğimiz kitap yığınından ayırdığımız 10 adet kitap özenle
yeni kitaplarımız olarak kitaplığımızda yerlerini aldılar. İşin ilginç tarafı
seçtiğimiz kitapların içerikleri idi. Genel olarak hepsi aynı temel soruya
cevap arayan ve bu çerçevede yazılmış olan kitaplardı. Hayatımızın kontrolü
bizde mi?
Tatil sırasında bu kitaplardan iki tanesini hem eşim ve hem
de ben okuduk. Çok güzel oldu zira hem benzer konular etrafında iki farklı yazarın
yorumlarını öğrendik ve hem de sıcağı sıcağına konuyu eşimle tartışabilme
olanağı bulduk. Hararetle tavsiye edebileceğim bu kitaplardan aklımda
kalanları, kendi fikir, yorum ve itirazlarımla beraber harmanlayıp sizlerle
paylaşmaya karar verdim. Öncelikle kitapları ve yazarlarını sizlerle paylaşmak
isterim ki yazılan her doğru sözün kimlere ait olduğunu bilin. Bunları
yazmamdaki amaç her zaman olduğu gibi
hem sizlerle hoşuma giden şeyleri paylaşmak ve tartışmak (yorum muhtemelen yine
yazmayacağınızdan kendi kendime tartışmış olacağım)ve bir diğeri geri dönüp
özet ve hap haline getirilmiş bilgiyi bir yerlerden kolayca bu sayede
bulabilmek . Umarım beğenirsiniz.
İlk kitap Leonard Mlodinow’un Ayyaş Yürüyüşü idi. Aynı yazarın yeni çıkan kitabı olanSubliminal (Bilinçdışınız Davranışlarınızı Nasıl
Yönetir?) adlı kitabı yine almış olduğumuz kitaplardan bir tanesiydi. Eşim
halen bu yeni kitabı okumaktadır. Diğer okuduğumuz kitap ise Rolf Dobelli’nin
Hatasız Düşünme Sanatı idi. Kişisel olarak iki kitabı da çok beğendim. Çok
kolay okudum ve kendimce bir şeyler de öğrendim. Ama her şeyden önce büyük keyif
aldım. Sizlere de tavsiye ederim.
Her gün dokuza birkaç dakika kala kırmızı kapüşonlu bir adam
bir yere dikilip kepini ileri geri sallamaya başlıyor. Beş dakika sonrada
ortadan kayboluyor. Günlerden bir gün karşısına bir polis memuru geçiyor ve ne
yaptığını soruyor. O da zürafaları
kovalıyorum diye cevaplıyor. Polisin burada
zürafa yok ki şaşırmasına karşılık da işte
işimi iyi yapıyorum da ondan cevabını veriyor.
Hayatınızın kontrolü sizin elinizde mi? Büyük ihtimalle
sandığınızdan çok daha az. Aslında hepimiz az veya çok kırmızı kepli adamlarız.
Kimimiz belki saflıktan ya da belki aydınlanmış olmaktan bu yanılsamanın
doğruluğa inanmakta kimimiz ise bitip tükenmez arayışlarını ama ümit dolu ama
ümitsiz azimle ya da farkında bile olmadan sürdürmekte.
İnsanlar çevreleri üzerinde kontrol sahibi olmak isterler.
Olayları kontrol etme isteğimiz aslında düşünülenin tersine nedensiz de
değildir. Kişisel bir kontrol duygusu, benlik kavramımızın ve öz saygı
duygumuzun ayrılmaz bir parçasıdır. İşte zaten bu nedenle yarım şişe viski
içtikten sonra araba kullanmakta bir sorun görmeyen bir çok insan var. Bu hem
kendi hayatlarını ve hem de başkalarının hayatlarını sorumsuzca tehlikeye atan
bir çok insanın içinden de yine bir çokları içinde oldukları uçak ufak bir hava
boşluğuna girdiği zaman paniğe kapılırlar. Neden aslında hep aynı. Kontrol ben
de olmalı, kontrol kaybedilmemeli. Aslında kendimiz için yapabileceğimiz en
yararlı şeylerden bir tanesi, yaşamımızı kontrol altına almamızı, ya da en
azından öyle hissetmemizi sağlayacak yollar aramamızdır. Alkollü araba
kullanmak sebebi ne olursa olsun tabii ki bırakın yapılmasını düşünülmemeli
bile.
Başımızdan geçen olaylar eğer rastgele ise, o zaman olaylar üzerinde bir kontrolümüz doğal olarak
yoktur. Yok eğer olaylar üzerinde bir kontrolümüz varsa da, o zaman olaylar rastgele değildir. Dolayısıyla,
kontrolün bizde olduğunu hissetme gereksinimiz ile rastlantısallığı
algılayabilme yeteneğimiz arasında temel hatta yaman bir çelişki vardır. Laboratuvar
ortamlarında yapılan deneylerde rastlantısallığın rolü yabana atılmayacak kadar
belirgindir oysaki günlük hayatlarımızda yukarıda belirtmiş olduğum nedenden
ötürü çok daha az belirgindir. Bizleri daha çok olayların rastgele olup
olmaması değil ama daha çok bunların sonuçları ile onları etkileme
becerilerimiz ilgilendirir. Böylece gerçek hayatta, olayların kontrolümüz
altında oldukları yanılsamasına karşı koymak çok daha zor olur.
Bu yanılsama da bizi başarı ya da başarısızlık dönemi
geçiren bir kişi veya organizasyonun bunu o organizasyonun durumunu betimleyen
sayısız etmene ve şansa değil de, en tepedeki kişiye atfetmesine götürür. O
kişi eminim yeteneklidir. Bir işte uzman olmak için 10.000 saat çalışmak
kuralından hareketle eminim en az 10.000 saatlik bir tecrübesi de vardır.
Dahası tecrübelerinin yanı sıra doğal Allah vergisi bir yeteneği de olabilir.
Ama işte tüm bunlar başarı için yeterli midir? İşte demeye çalışılan yalnızca
bunların yeterli olmadığı gerçeği.
Yalnız başarı ya da yalnız başarısızlık için değil, hayatın
kendisi için insanın sahip olduklarının, planladıklarının ve kontrolü altına
aldığını sandıklarının dışında da bir çok etkenin olduğu ve bu etkenlerin
aslında hayatlarımızda sahip olduklarımızdan, planladıklarımızdan ve kontrolü
altına aldıklarımızdan çok daha belirleyici olduğu gerçeğini kitaplar
savunmakta. Genelde insanların yanılgıya düşmesini de öyle izah etmekteler:
Düşünür Francis Bacon’un 1620 yılında dediği gibi, “insan zihni bir kere bir görüş oluşturursa
, onu onayan her türlü olayı toplar ve aksini gösteren olaylar daha çok ve
önemli olsa bile, bu görüş geçerli kalsın diye ya onları görmezden gelir, ya da
reddeder”.
Ya da Einstein’ın dediği gibi “Ön yargıları yıkmak, atomu parçalamaktan zordur” sözünde olduğu
gibi insan bir kere yanılsamanın etkisi altına girmeye görsün , düşündüklerimizin
yanlış olduğunu gösterecek kanıtlar aramak yerine , genelde onların doğru
olduğunu kanıtlamaya çalışırız. Psikologların onama eğilimi olarak
adlandırdıkları bu olay, rastlantısallığın yanlış yorumlamaktan kendimizi
kurtarmamızın önünde ciddi bir engel oluşturur.
Bazen daha kötüsü olabiliyor. Sadece ön yargılı
kavramlarımızı destekleyecek kanıtlar aramakla kalmıyoruz, ama aynı zamanda
belirsiz kanıtları da bu fikirlerimiz doğrultusunda yorumlayabiliyoruz. Bu da
başımızı derde sokmaya ya da kibirli ve yanlış kararlar almamıza fazlasıyla
yetiyor ve artıyor bile.
Siz ister şans, ister
alın yazı, ister kader olarak tanımlayın ne fark eder ki? Nobel ödüllü Max Born
bakın ne demiş: “Şans, nedensellikten
daha temel bir kavramdır.”
Yaşamlarımız için, bizler de rastgele olayların etkisinde
sürekli bir o yöne, bir bu yöne savrulup dururuz. Sonuç olarak, her ne kadar
sosyal verilerde istatistiksel düzenlilikler bulunabilse de, tek tek kişilerin
geleceklerini öngörmek olası değildir ve kendi başarılarımızı, işimizi,
dostlarımızı ve parasal durumumuzu çoğu insanın kavradığından daha fazla oranda
şansa borçluyuz. Boşuna su yolunu bulur,
ya da gelin ata binmiş ya nasip demiş dememişler.
Peki ne oldu hepimizin
birer küçük yaratıcılar olduğu gerçeğine? Hani kendi kaderlerimizin efendileri ve kendi ruhlarımızın kaptanlarıydık?
Hani başımıza gelen tüm olumlu ve olumsuz şeylerin sebebi ve sorumluları yine
bizlerdik? Yoksa olanların tümü bizlerin
kendi seçimidir düşüncesi de mi yalandı?
Ben kendi adıma tüm bunlara yine aynı şekilde ve gönülden
inanmaya devam ediyorum. Açıkçası bu anlamda bir sarsılma yaşamıyorum bilakis
aslında bunlar düşüncelerimi daha da pekiştiriyor. Tam bu sıralarda mesela dört elle sarıldığım düşünce "insan şansını kendi yaratır" düşüncesi. Bir kere tüm bunlara
cevaplar bulmaya dahası soruları daha da artırmaya devam edeceğim ama çok
kısaca yazmak gerekirse her şeyden önce ırmakların bir hızları vardır ve
doğasından daha hızlı akıtamazsınız. Yani her şey kendine uygun zamanda
gerçekleşir. Ben bilgi toplamaya devam ediyorum. Farklı farklı yollara girip
çıkıyorum. Araştırıyorum, deniyorum, çözümler bulmaya çalışıyorum. Sorular
soruyorum, cevaplar karanlıkta bile olsalar yoluma devam ediyorum. Kişisel
fikrim tüm olanları gerçekleştirecek olanların yine bizler olduğu düşüncesi ama
sandığımızdan çok daha karışık bir yapıda. İstedik
ama olmadı, hani efendi bizdik
ikilemleri işte bu nedenle hep karşımıza çıkıyor. Anlam arayışım tabii ki devam
ediyor. Çoğu kere kaybolabiliyorum ama devam ediyorum. Ediyorum çünkü bu arayış
hoşuma gidiyor. Güzel olan bu kitaplarla bir kaç perde daha kalktı gibi sanki.
Hani sanki ışığa biraz daha yaklaşmış gibi hissediyorum ya da belki yalnızca
delirmeye başladım.
Bir delinin notları bir sonraki yazıda devam edecek.
İlginizi çekti ise beklerim. Sorularınıza cevaplar bulabildiğiniz aydınlık
yollar dilerim.
Elbette ilgi çekici bir konu bu...
YanıtlaSilBen şunu anladım; şans faktörü var bizden bağımsız değil. :)) Çok kısa oldu ama, madem şans hayatlarımıza düşündüğümüzden daha çok yön veriyor, hem de bir yandan aslında durumu kontrol altında tutamıyoruz, fakat bir şekilde yön verebiliyoruz... Acaba kimin ne kadar etkisi olabiliyor bu konuda, ya da bazılarımız kendi şansını yaratmada daha mı "şanslı" ya da başarılı? Tartışmaya, konuşmaya değer bir konu...
Kitap da çok ilginçti ve daha okurken yazacağımı biliyordum :)
YanıtlaSil4 yazılık bir dizi oldu. Sonunda bir çıkış yolu yok çünkü aslında her insanın kendince bir çıkışı var. Ben mesela çıkışı hala arayanlardanım. Evet şans tabii ki var ve belki de sandığımızdan çok daha fazla ama insan kendi şansını da kendi yaratmaz mı zaten? Dizinin sonunda tekrar konuşalım, bakalım bir sonuca varacak mıyız? :)