Platon’un
mağarası
Hiç alt başlıktaki terimi duymuş muydunuz?
Değişimin neden bu kadar zor olduğunu anlatan bir terimdir.
Çok karanlık bir mağarada doğmuş ve buradan asla çıkmamış insanların mağarayı
evrenleri gibi görmeleri, donuk ve hüzünlü olsa da aşina oldukları yeri teskin
edici ve rahatlatıcı bir yer olarak görmeleri durumudur. Mağaradakiler dışarıya
adım atmayı inatla reddederler. Dışarıyı bilmediklerinden tehlikeli ve düşman
dolu yer olarak görürler. Dışarının güneşli, özgürlüklerle ve güzelliklerle
dolu olduğunu bilmezler, bilemezler.
İnsan varlığı değişimden, yenilikten korkar ve çoğu zaman
çok güç olsa bile alışıldık koşullarda kalmayı, çok iyi tanımadığı yeni bir
duruma geçmemeyi tercih eder. Platon’un mağarası gibi. Bugün birçok insan
farkında olmadan Platon’un mağarasında yaşıyor. Bilinmeyen karşısında büyük bir
korkuları var ve kişisel olarak onları etkileyecek her değişimi reddediyorlar.
Fikirleri, projeleri, düşünceleri ve en önemlisi düşleri olan insanlar var
çevremizde aynı bizler gibi. Bu insanların bazıları bu düşlerini
gerçekleştirebiliyorlar bazıları ise bir arpa kadar yol gidemiyorlar. Düşlerini asla gerçekleştiremiyorlar çünkü doğrulanmamış
binlerce korkuyla felç olmuş durumdalar. Adım dahi atamıyorlar. Harekete
geçemiyorlar. Elleri ayakları kelepçeli şikayet edip duruyorlar. Bazen
kendilerine bazen de etrafındakilere suç bulup, öfkeleniyorlar. Oysa anahtarlar
yalnızca kendilerinde. Boyunlarında asılı ama asla ellerine alamıyorlar.
Çocuklar gelişme arzusundadır. Yetişkinler ise değişmemek
için ellerinden geleni yaparlar. Unutmayın ki gelişmek istemiyorsak yavaş yavaş
ölmeye başlamışız demektir. Ömür boyunca genç kalmak için gelişim göstermeye,
öğrenmeye, keşfetmeye devam etmeliyiz. Ruhumuzu körelten alışkanlıkların içine
ya da zaten yapmayı bildiğin şeylerin uyuşturan rahatlığına kendimizi kaptırmamalı
ve dahası kapatmamalıyız.
Bize ilk adımı atmak zor da gelse, adım attığımız anda işler
istediğimiz gibi gitmese de yola öyle ya da böyle bir şekilde çıkmalı ve daha
da önemlisi karşılaştığımız problemler karşısında pes etmeyip yolumuza devam
etmeyi sürdürebilmeliyiz. Hayat çok ilginç, gizemli, bakir ve henüz kimse
tarafından tam olarak nedenleriyle niçinleri ile keşfedilmemiş. Güç anların
gizli bir işlevinin olduğu, bizleri büyüttüğü, o anda ender olarak fark edilir.
Büyücü kılığına girmiş meleklerin çirkin hem de çok çirkin ambalajlarla özenle
sarmış oldukları harikulade hediyeler gibidir deneyimlerimiz. No pain no gain derler ya yabancılar
hani bir bakımdan yalan da değil hani. Gel de böylesi bir hediyeyi sıkıyorsa
kabul et. Zor tabii, en azından hiç de kolay değil.
Böylesi sınavlarla karşılaştığımızda genellikle öfke ya da
umutsuzluk tepkilerini gösteririz. Bize haksızlık gibi gelen kötü ambalajlı
hediyeyi haklı olarak reddederiz. Öfke sağırlaştırır, umutsuzluk kör eder. Veeeeee
böylelikle bize sunulan büyüme fırsatını da kaçırırız. Kaçırılan fırsatlar
sonrasında sert sert darbeler ve yenilgiler birbirini izler. Üzerimize çullanan
şey aslında kader değil, mesajını yenilemeye çalışan hayatın kendisidir ama
anlayana.
Proust’a göre bir sorunla karşılaşıncaya, bir olay
umduğumuzdan farklı gelişinceye kadar, hiçbir şeyi doğru düzgün öğrenmiş
sayılmıyoruz.
“ ...Yalnızca hastalık bile, hasta olmadığımız zaman asla
farkına varamayacağımız süreçlerin farkına varmamızı, bu süreçlerin ne
olduklarını öğrenmemizi sağlar. Her gece doğruca yatağına koşan, uyanıp tekrar
ayağa kalkana kadar yaşamdan kopan bir adam, bırakın uyku üzerine büyük
keşifler yapmayı, uyku ile ilgili küçücük bir gözlemde bulunmayı bile aklından
geçirmeyecektir. Aslında o, uyuduğunun da farkında değildir. Ama birazcık
uykusuzluk, uykunun değerini anlamamız açısından yararlı olacak, karanlığımıza
ışık tutacaktır. Çok güçlü bir bellek, belleğin işleyişini incelemek için en
iyi araç değildir...”
Artık yetişkiniz. Yazgımıza ağlayıp sızlanmak yerine
bir şeyler yapma zamanıdır. Mutlu kurban yoktur. Kendimizi farkında bile olmadan
kurban yerine koymak en iyi tercihimiz olarak bize görünür bizlere ama başka
bir şeyler yapmayı da öğrenmeliyiz. Kurban rolünden kurtulmak istemek ama yerine
koyacak bir şey bulamamak işi ilerletmez. Tabiat boşlukları sevmez. Yerine
bir şey de koymalıyız. Yoksa değişime direnmeye devam ederiz. Önce yüzleşmek,
sonra bir karar vermek ve akabinde yola devam edebilmek. Aksi durumda ölüm
döşeğinde “ömrümde hiçbir şey yapmadım, istediğim
hiçbir şeye sahip olmadım ama herkes beni nazik buldu” dersiniz. Şanslı
iseniz biri bunları duyar, not eder ve kitap haline getirir. Eğer istediğiniz
buysa başkalarının hayatlarını yaşamaya aynen devam.
Bazı insanlar tartışmayı pek sevmezler. İşe yaramadığını
düşünürler. Karşı taraf için nasılsa anlamazlar, ya da nasılsa ikna olmazlar
diye düşünürler. Ya da belki de tembelliklerinden, aman canım ne uğraşacağım derler. Peki ama sebep bunlar değil de ya
ödleklik ise? Bazıları ise dişe diş, kora kor (corps à corps) tartışırlar.
Düşüncelerini, inandıklarını coşkuyla söylerler. Onlar insanların, onlarla
nasıl konuşursak bize onu yansıtan birer ayna olduklarını bilirler aslında.
Bizler de işte bu ikinci tip insanlar arasında yer alabilmeliyiz. Senin yaşamını
senden başka kimse değiştiremez. Gücün de, özgürlüğünde senin için de. Herkes
kadar o yeteneğe ve potansiyele sahipsin aslında. Yaşamına sahip çık.
Potansiyelini sakince kullanmasını bil. En azından bunun için bir uğraş ver. Einstein’ın
sözünü de mutlaka hatırlamaya devam edelim: “Aslında herkes dahi olabilir. Ancak bir balığın yeteneğini ağaca
çıkması ile ölçersiniz hayatı boyunca kendisinin aptal olduğunu düşünecektir.”
.
Elde etmeyi öğrenmek için insanları ikna etmek, cüretkar
olmak, deneyimlerde bulunmak, fikirlerini uygulamaya koymak, düşlerini
somutlaştırmak gerekir. Bugün sana baskı yapan ve seni tamamen hapseden bu
kölelik zincirini parçalamak gerekir. Hayatını yaşayabilmek adına özgürleşebilmen
gerekir. Tüm bunlar için işte neler yapmalısın bir sonraki yazının içeriği
olacak. Umarım keyif alıyorsunuzdur. Artık mağaramızdan güneşli, mis kokulu
dışarıya çıkma zamanıdır.
Tadını çıkarmanız dileklerimle.
0 yorum:
Yorum Gönder