“Eğer dünya tek bir devletten ibaret
olsaydı, başkenti İstanbul olurdu.” Bir şehir için söylenebilecek ne kadar güzel bir söz
değil mi? 200 kusur sene önce söylenmiş ve üstelik söyleyen de bir Osmanlı
değil, bir Fransız. Hem de tüm dünyada tanınan, nam salmış, meşhur bir fransız.
Napoleon Bonaparte bu sözü ya deli gibi aşık olduğu ve ayrıldığı fakir fransız
çiftçisinin kızı olan Joséphine de Beauharnais’nin ardından devirdiği şişe şişe
şarapların etkisiyle söylemiştir ya da gerçekten de o devirler İstanbul çok
güzeldi. Aynı devirlerde yaşayan başka bir İstanbul aşığı da
Lamartine’di. “Dünyaya son kere bakacaksın deseler İstanbul’un
Çamlıca’sından bakmak isterdim” diyebilecek kadar meftundu kahpe
bizansa.
Tabii bundan 200 sene evvel bu gizemli
şehirde ne akıllara ziyan bir trafik vardı ne de sürekli bir koşuşturma.
Sürekli bir yere yetişme çabası içerisinde hissetmenize neden olan yorucu ve
stresli bir hayat da yoktu, aynı şehirde yaşıyor olmanıza rağmen
görüşemediğinizden biten arkadaşlıklar da. Tamam yazları gereksiz sıcak ve
nemli bir hava muhtemelen o zamanlarda da vardı ama yine o zamanlarda denizlere
gerek temizlik ve gerekse diğer katılımcıları nedeniyle girilebilecek güzelim
bakir plajlar ve koylar da vardı. Pahalılık, hayat kaliteleri arasındaki
uçurumlar, üzerinize üzerinize gelen boğucu kalabalıklık, cin olmadan adam
çarpmaya kalkan zeka yoksunları, sonradan görme ne oldum delileri, insanların
kabalıkları, estetik ve terbiye yoksunu çoğunluk halkı o zamanlarda da var
mıydı bilemiyorum, araştırmalıyım ama günümüzde oldukça ve yaygın olarak ve
maalesef var. Bizleri burada yaşamaya iten, zorlayan, kandıran sayısız
avantajları olduğu gibi bu yılların şarap tadındaki şehrinin hayatınızdan
çalan sayısız tatsızlıkları da bünyesinde barındırdığı acı bir gerçek. Alınması
gereken bir reçete, içilmesi gerekli acı bir ilaç bu şehirde yaşamak.
Ben de naçizane kendimce çok sevdim
İstanbul’u. Bu aşkım uğruna hayatımın en güzel, en huzurlu, en mutlu ve en
kazançlı günlerini geçirdiğim Hollanda’dan bile vazgeçmiştim. Ortaköy’de
dolaşmak, rakıyı yavan ve tatsız kuzey balıklarıyla değil yağlı, ufak ve leziz güney
balıklarıyla içmek istemiştim. Varsın ülkemin şarapları hem baş ağrıtsınlar ve
hem de pahalı olsunlar ve evet şarabın yanındaki peynir tabağı da varsın
çok çeşitli olmasın ne yazardı. Ben dostlarımla kadeh tokuşturduktan sonra
şarabımı içmeyi tercih etmiştim. İnsanın kaderi tercihlerine göre şekilleniyor.
Sonradan ve çok geç olarak anladım ki ben düşlerimde, hayallerimde, zihnimde
yaratmış olduğum İstanbul’u sevmişim yoksa kendisini değil. Anılarım ve
çocukluğumdu beni buralara bağlayan ben geleceğim sanmıştım. Ben yaklaştıkça o
kaçtı benden her defasında. Bir türlü hayalini kurduğum anlamda kavuşamadık
birbirimize.
Candan Erçetin’in söylediği gibi “Bu şehir
insana tuzak kuruyor, Bu şehir insanı uzak kılıyor, Bu şehir insanı hayli
yoruyor, Bu şehir insanı hep kandırıyor”. Kandırmasına da izin verdim yıllar
yılı, tuzak kurmasına da, yormasına da. Bu şehirde doğmuştum ve bu şehir de
ölecektim. Doğru olan buydu benim için. Yanılmışım.
Bilmem hatırlar mısınız şimdilerdeki
Şehzade Mustafa’nın (Mehmet Günsür) oynadığı Aşk Tesadüfleri Sever diye bir
filmi vardı. Ben filmi sevmiştim. Filmden daha çok ise filmin sonunda ki Şebnem Ferah’in Hoşçakal adlı şarkısını sevmiştim (hala da çok severim). Neden bilmem
bu satırları yazarken o şarkıyı dinleyesim geldi. Sözlerinin en azından bazı bölümleri benim şu andaki İstanbul için olan duygularıma tercüman olmakta.
“Seni ararken
Kendimi kaybetmekten yoruldum
Bulduğumu zannettiğimde
Kendimden ayrı düştüm
Bu garip bir veda olacak
Çünkü aslında hep içimdesin
Ne kadar uzağa gitsem de
Gittiğim her yerde benimlesin
Söylenecek söz yok
Gidiyorum ben
Hoşçakal..!”
Kendimi kaybetmekten yoruldum
Bulduğumu zannettiğimde
Kendimden ayrı düştüm
Bu garip bir veda olacak
Çünkü aslında hep içimdesin
Ne kadar uzağa gitsem de
Gittiğim her yerde benimlesin
Söylenecek söz yok
Gidiyorum ben
Hoşçakal..!”
Bazen arkama yaslanıyorum ve hayatımın
aslında her türlü kendimi şanslı hissedebileceğim güzelliklerine rağmen ne
kadar da tekdüze ve hatta ne kadar sıkıcı olduğunu düşünüp duruyorum.
Sıkılmadın mı diye soruyorum kendi kendime ve her defasında aldığım cevap koca
bir evet oluyor. Ne duruyorsun o zaman diye ikinci soruma ise hiçbir zaman için
cevap almayı başaramıyorum. Sorunda burada zaten. Bir sonraki seviyeye
geçemeyen bilgisayar oyunları tadında bir hayatım varmış gibi hissediyorum. Bu
dünyaya bir kere geliyorum. Dellenmek, hatta çıldırmak ve planlarda olmayan
işlere kalkışmak istiyorum ama her defasında yine kendimi kandıracak bir sebep
bulup oturuyorum yine televizyon karşısına.
İşte bu yoğun duygularla hadi kalk
bir yerlere gidelim dedim eşime 23 Nisan tatili hemen öncesinde. Sonra
ne mi oldu? Tabii ki girişi bu kadar uzun olan bir yazı tek seferde bitmez,
bitemez. Bitse de okunmaz. Bir sonraki yazı gidilen tatil hakkında olacak.
Oldukça keyifli geçen ve İstanbul’a en azından düşünsel anlamda veda
etmeme neden olacak yer hakkında olacak.
Yakında hem de çok yakında yeniden görüşmek
üzere!
Büyük ve karmaşık bir şehirde yaşamanın getirdiği duygular bu bahsettiklerin. Hep söylüyorum İstanbul'a turist olarak gidince İstanbul güzel bir şehir, yaşamak için değil. İstanbul'da yaşayan kaç kişi şehrin güzelliklerini tam anlamıyla yaşayabiliyor ki? E, bu durumda güzelliklerinden çok eziyeti kalıyor sanırım geriye. Tabi bu tamamen benim fikrim. Belirli aralıklarla gelip görüp gezip dönülecek bir şehirdir benim için İstanbul.
YanıtlaSilYazının devamını (bir kısmını bilsem de) merakla bekliyorum, bakalım tatil izlenimleri ve geriye bıraktığı duygular nelermiş ;)
Bu arada Şebnem Ferah'ın o şarkısını ben de çok severim :)
Sevgiler...
Yazıya İzmir'de yaşadıklarımızı anlatmak için başlamıştım ama bir anda kendimi yine kendimle İstanbul konusunda yüzleşirken buldum. Aslında nicedir bu konu gündemimde ama bu sefer iyice bir su yüzüne çıktı.
YanıtlaSilDediklerinde çok haklısın. İstanbul aldığı tüm göçe rağmen güzel hatta çok güzel bir şehir ama tadını çıkarabilene. Biz maalesef yalnızca sıkıntılarını yaşıyoruz. İş böyle olunca da bu tür bir yazı kaçınılmaz oluyor.
Yazının devamı aslında çok ilginç. Futbol var, milli bayramlar var, özel şarkılar var, ve tabii yine İstanbul ve İzmir var. Umarım beğenirsin. Blog için yazmanın en keyifli tarafı sınırlarım olmadan yazabilme şansımın olması. Nasıl başlayıp nasıl bitireceğime inan ben bile ilk başında bilmiyorum :)
Şebnem Ferah'ın şarkısı dışında iki çok eski şarkı daha paylaşacağım bu arada, bakalım onları da sevecek misin?
Selam ve sevgilerimle,
İçinde İzmir olduğu için mutlaka beğenirim :)) Bir de özel şarkılar demişsin yazını daha da çok merak ettim şimdi :)
YanıtlaSil:) Bugün zaten yayınlamayı düşünüyorum. Umarım beğenirsin ...
YanıtlaSil