Tamı tamına 63 yıl 7 ay. O dönemlerde bu kadar yaşamak bile
büyük bir olay iken Viktorya adında bir kraliçe bu süre boyunca, öldüğü 1901
yılına kadar Britanya imparatorluğunu yönetmiştir. Olumlu ve olumsuz bir çok
şeye imza atarak bir döneme kendi adını verdirmeyi başarmıştır. Mesela
yönettiği dönemde İngiltere zamanının Birleşik Devletleridir. Zengindir,
sömürgeleri vardır, sanayi devrimi başlamıştır. Sanat ve bilimde de almış
başını gitmiştir. Robert Browning, Charles Darwin, Charles Dickens, Rudyard Kipling,
John Stuart Mill, Robert Louis Stevenson, Arthur Conan Doyle, Oscar Wilde hep bu dönemde yaşamıştır. Diğer
taraftan muhafazakârlık ve şeklî ahlâk konusunda gösterdiği titizlik ile de önemli
izler bırakmıştır. Gerçek olan şu ki, kendisi de bir kadın olan kraliçe
Viktorya döneminde kadınlar, (anne dahi olsalar) daima birer potansiyel günah
kaynakları olarak görülmüşler ve bu yüzden de sürekli aşağılanmaya ve ikinci
sınıf insanlar olarak yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Evet İngiliz sanayi
devriminin altın çağıdır ama fahişelik ve çocuk işçi çalıştırma da en fazla bu
dönemde görülmüştür. Baskıcı ahlak kuralları, toplumsal hayattaki sıkı
disiplin, cinsel doyum arayışı ama evliliğe üstün bir saygınlık atfetme,
cinselliğe karşı istemem ama yan cebime koy sahtekarlığı hep bu dönemin
ürünleridir. O kadar ki Lewis Carroll'ın Alice Harikalar Diyarı - fantastik bir çocuk masalı gibi görünse de -
insana ve özellikle de çocuklara nefes aldırmayan İngiliz disiplinini için
kaleme alınmıştır.
Tüm bu girişin nedeni ne miydi? Günümüzde sanki Viktoryen
bir iklimde ve çağda yaşıyormuşuz gibi duygu ve hissettiklerimizde bir
bastırılmışlık hakim. İşte bastırılmışlığın ne kadar büyük olduğunu
anlatabilmek içindi ilk paragrafın tamamı. İnsan o devirlerin çoktan geride
kaldığını düşünürken ama bu ama şu sebepten ve bazen aynı bazen de farklı faklı
konular için benzer bastırılmışlık duygusunu hissedebiliyor tüm hücrelerinde ve
oldukça yoğun bir şekilde. Bugün bunların en önde gidenlerinden biri de duygu
ve hissettiklerimizdeki bastırılmışlık. Nedeni ise deli saçması bir özentilik
durumu. Cool olma isteği efendim.
Cool olmak çok önemli çünkü aksi olunma durumu oldukça istenmeyen, oldukça kötü
bir durum: Ezik olmak.
Cool olamayan ezik oluyor, looser oluyor ya da kadınlar için
kezban oluyor. Oysaki bu çekici gibi görünen sıfata odaklananlar bilmiyorlar ki
ezik olan duyguları olan, merhamet gösteren, ağlayabilen, ihtiyaçları olan, ve
bunu dile getire(bile)n, üzülebilen, çaresizlik gösteren, beklentileri olan,
bazen başaran, bazen başaramayan, bazen incinen, bazen düşen, kırılan, kişi
aslında, yani insanın ta kendisi. Övünmek gibi olmasın ama ben eziklerin önde
gidenlerinden biriyim mesela ve hep öyle kalmak isteğinde olan biriyim. Yanlış
bilinenin tersine ezik olan, ezilen, aptal olan, ilişki kuramayan değildir.
Bilakis ilişkinin en kralını kurabilendir. Buna rağmen günümüzde ezik olmak bir
eksiklik olarak görünmekte. Tam bir ikilem aslında.
İnsanlar robot değillerdir, en cool olanlar bile. Duygu,
düşünce ve tepkileri vardır. Her yerde, her ortam da, bu duyguları aslında
yaşıyorlar ama robot bir dış görünüş ile, taktıkları maskeler ve çevrelerine
kurdukları bence kağıttan kalelerle
bu duyguları yansıtmıyorlar. Kendi kalelerinin için de kim bilir ne acılar
çekiyorlar. Mutluluğu ve mutsuzluğu, neşeyi ve acıyı, güzeli ve çirkini, başarı
ve başarısızlığı paylaşmak da ezikliktir ve ne de güzeldir oysa. Nasıl ki
paylaştıkça çoğalırsa sevgiler, yine paylaştıkça azalır acılar. Paylaşılmaması,
gösterilmemesi gerekli olan en önemli duygu da aşk olmuş.
Bir zamanlar cinsellikten korkulurdu şimdi ise korkulan aşk
olmuş. Belki de bu nedenle zaten cool’lardan uzak ve eziklerin yanında olmayı
tercih etmiş. Aşk bir ihtiyaçtır, eksikliktir, şanstır, mutluluktur, duadır,
şükretmektir. Ve aşk her zaman diğer bir teni ister. Dokunmak, hissetmek ve
olabiliyorsa bir olmak ister. Bir robotu, metalik bir yüzeyi, duygusuz bir
mekanizmayı istemez. Giyilen bir zırh, takılan bir maske, inşa edilen bir kale
varsa, aşk yoktur. Aşk kaptırmaktır, düşmektir, hem yenilmektir ve hem de
zaferlerin en büyüğüdür. Aşk kaybetmeyi düşünmeden yapılan bir eylemdir. Suya
atlamak gibidir, geri dönüşü olmayan bir yola girmek, düşünmemektir ve
unutulmamalıdır ki ancak ölümlüler aşık olabilirler. Kaybetme riski, endişesi,
korkusu yoksa aşk da yoktur ama işte sen riski, endişeyi, korkuyu düşünmezsin,
düşünemezsin, hissetmezsin aşık olurken.
Ne demek mi istiyorum? Kafanız mı karıştı? Size garip hatta ters mi
geldi? Açıklayayım efendim.
Biliyorum çok klişe bir laftır ama (hangi araştırma, kim
yapmış, neden yapmış, ne zaman yapmış) yapılan araştırmalar sonucunda %80’den
fazla insanın ölümü pek düşünmeden yaşadığı ortaya çıkmıştır. Belki de mutlu
olmak, kafayı sıyırmamak, için gerekli olan bir kodları mıdır bilemiyorum. İşte bu
sözde ölümsüz olma durumu ya da ölümü aklına bile getirmeden yaşama durumu aşkı
öldüren bir olguymuş. Eros kaybetme ihtimali olmadan harekete geçmezmiş.
Düşünün ya da hayal edin, size hiç ölmeyeceğiniz söylendi. O noktadan sonra
artık ne kitap okursunuz, ne yazı yazarsınız. Nasılsa bir ara yaparsınız çünkü
artık. Zaman kısıtınız kalmamıştır. Tüm zamanlar artık size aittir ve tahmin
ettiğinizden bile hatta ondan bile çoktur yaşayacağınız günler ve yıllar.
Hayata dair bir coşkunuz kalmadığı gibi onları kaybetmeye ilişkin bir endişeniz
de kalmaz. Hoş hayatın tanımını bir başka olasılığın her zaman için olası olma
durumudur diye yapacak olursak belki de hayata karşı coşkunuz yine geri
gelebilir bilemiyorum. Aslını isterseniz ölümün kendisinden başka kesin bir
gerçek yoktur elimizde yani bir başka olasılığın artık olası olmadığı durumu
belki de sahip olduğumuz yegane gerçek olarak görmeliyiz. Diyeceğim o ki bir
gün öleceğiz. Ertelediğimiz, zaten her an yapabiliriz diye ötelediğimiz ve
yapmadığımız, hep birer set çektiğimiz dürtülerimiz, hem hayatın coşkusunu yok
etmekte ve hem de aşkı öldürmekte. Siz siz olun üst benliğinize bu kadar kulak
asmayın. İçinizdeki çocuğu da zaman zaman dinleyin.
Diğer çok önemli bir konu ise tercihlerimiz. Ne zaman ki
tercihlerimiz artık birer zorunluluk haline dönüşür, işte o zaman bulunduğunuz
yer artık sizin tabutunuz olmuş olur. Ne aşk kalır, ne mutluluk. Bir yastıkta kocayacaksınız diye duymak
ve tercihinizin bir zorunluluğa dönüşmesi ile seni o kadar seviyorum ki dilerim seninle bir yastıkta kocarım
düşüncesi ile tercihimizin ortaya konması evliliklerin neden mutlu ya da
boşanmaların neden bu kadar çabuk oluyor olmasının cevabı oluyor aslında.
Zorunda olduğunuz için değil tercih etmeye devam ettiğiniz için evli
kalmalısınız. Balayı sonrası yada çocuk sonrası evliliklerin irtifa kaybetmesi
işte olasılığın artık tükenmiş olarak görülmesi ve tercihin yerini zorunluluğa
bırakmış olması durumudur. Artık ben hep
onunlayım! Mecbur olduğun için değil, gidebilme özgürlüğün olmasına rağmen,
her sabah onunla uyanmayı seçtiğin, onca insan arasından her akşam yine onunla
olmayı tercih ettiğin için onunlasın. Özgürlüğün hep var ama seçimin onunla
olmak. Bunu hissetmiyorsan kardeşim, mutsuz olursun. Tabutun içine girip ölüm
anksiyetesini yaşamaya başladıktan sonra karşındakini çekici de bulamazsın üstelik.
Asla değişiklik olmayacak ve ben hayatımı hep onunla geçireceğim bir tercihten
çok zorunluluk olur ise mutsuzluk kaçınılmazdır.
Annem ne der, babam ne
der, etraf ne der, sosyal olarak ne kaybederim, çocuğum var onu düşünmeliyim
gibi şeylerin ardına saklanırsınız. Aslında sandığımızın ve hissettiğimizin
tersine kapı kilitli değil ama kilidi oraya biz takıyoruz, ya da belki daha
doğru ifadeyle kilitli olmayan kapıyı kilitli sanıyoruz. Endişelerimizden,
korkularımızdan ve belki de suçluluk hissimizden (ben nasıl böyle düşünebilirim
gibisinden) kıpırdayamaz ve çoğu kere de karşımızdan bir hareket bekler duruma
geliyoruz.
Diğer taraftan, başka bir nokta da (bakın konuyu nasıl
pijamaya getiriyorum) eşimizin de bir çok olasılık ve seçenek arasından bizi
seçmiş olmasıdır. Ama bu seçime inat eve gittiğimizde hımbıllaşıp, pijamaları
giyip sıkıcı ve sıradan bir hayat yaşamayı alışkanlık haline getirirsek işler
işte zorlaşıyor, karışıyor. Siz, belki de zaman içersinde ve evet çevrenin
zorlaması ve hayat koşulları nedeniyle
seçtiği, beğendiği ve ilişki yaşamaya başladığı siz olmaktan çıkıp,
karikatürleşiyorsunuz. Neden bu kadar rahatsınız ve hatta umursamazsınız
biliyor musunuz? Kaybetmeyeceksiniz sanıyorsunuz . Nasılsa kapı kilitli,
nasılsa imzalar atılmış, nasılsa çocuk olmuş, bir yere kıpırdayamaz
sanıyorsunuz. Belki kıpırdamıyor da ama mutlu bir hayat şansını da tepmiş
oluyorsunuz. Kaybetme korkusunun kıyısından köşesinden hissedilmesi gerekiyor.
Bu demek değil ki flörtöz olup kendimizi kıskandıralım ama evlendik diye de
kendimizi bırakmayalım, amannnn nasılsa beni alan almış demeyelim, başım
ağrıyor, çocuk uyanır mazeretlerine girmeyelim, hayatın
içinde kalalım. Belki her gün çiçek
getirmeyebilirsiniz ama her gün birbirinize bir kaç güzel söz
söyleyebilirsiniz. Hiç bir şey yapmıyorsanız bile, en azından gün de bir kere içinde
bulunduğunuz ve yüzleşmediğiniz iki durumu kendimize söyleyip, durum analizi
yapmak da fayda olacaktır:
1. Bu ilişkiyi ben istiyorum, istediğim zaman
sonlandırabilirim. Bu bir tercihtir, zorunluluk değil
2. Eşim de bir çok kişi arasından beni seçti ve istediği
zaman gidebilir.
Kapısında kilit olmayan odalara suni kilitler takıp
mutsuzlaşmayalım. Fanilik bilincimizi de her zaman koruyalım. Hiç ölmeyecek ve
hemen yarın ölecek gibi yaşamak belki de altın anahtar. Kullanım alanlarını iyi
bilip, iyi uygulayalım. Hımbıl hımbıl pijama giyip oturmak (isteyen tabii ki
giyebilir. Burada anlatmaya çalıştığım pijamanın sembolizmasıdır)ölümsüz
olduğunu düşünmektir, zamanın değerini bilememek, fırsatları kaçırmaktır ve aşk
ölmeye mahkumdur. Zaman çok kıymetli, boşa geçmemeli. Sıradan, stresli
hayatlarımızla ölümsüzleşiyor ve aşkın ömrünü yapılan çalışmalarda oldukça kısa
sürelere indiriyoruz.
Diğer son bir konuda ifade edebilme becerisi. İçinde
bulunduğumuz endişelerimizi, sıkıntılarımızı, problemlerimizi yüzleşmek yerine
eyleme dökmeyi tercih ediyoruz. Biri bize ters bir şey söylediğinde direk kavga
etmeyi tercih ediyoruz. Oysaki bu söylediklerin
beni çok kırdı diye de söyleyebiliriz ve belki bu çok daha da etkili olur.
Eşimiz ile sorun olanı bulmak ve hatta çözmek yerine bağırmayı, içki içmeyi ya
da aldatmayı tercih ediyoruz. Meselenin kendisine bakmak yerine belki de zor
geldiğinden alışkanlığımızı yitirdiğimizden bunu es geçip, eyleme
dönüştürüyoruz. Örnek mi istersiniz? Alın size libido. Bir ilişki için çok
önemli ve nedendir bilinmez yıllanmış evliliklerde tersi olacağına libido da bastırılmaya çalışılıyor.
Biten bir seks hayatı ve kerhen devam eden ilişkiler. Oysaki karşılıklı
konuşularak çözümler aranmalı ve ya bulunup yola devam edilmeli ya da yollar
ayrılmalıdır.
Müziği yapan notalar arasındaki boşluklardır denir. Resim
için de bu geçerli. Mimarlar bile evlerin içindeki boşluklar için tüm yapıyı
çizerler. Dinlenin, nefes alın, soluklarınızla yalnız kalın, kendinizle yalnız
kalın ve kendinizi dinleyin. Aslında belki de en dolu, en değerli anlarınızdır
boş zamanlarınız. Newton ne saatler boyunca çalıştıktan sonra dinlenmek için
uzandığı ağacın altındayken elma düştü kafasına ya da Arşimed rahatlamak için
hamama gittiğinde evraka dedi. Boşlukları doldurmaya çalışmayalım, onlar bizler
için gerekli. Zamanı da öldürmeye çalışmayın. Ben demiyorum her gününüzü aynı
geçirin ama zaman zaman hiç bir şey yapmadan da zaman geçirip o ana kadar ki
çalışmalarınızın kristalleşip elle tutulur bir sonuç haline gelmesini bekleyin
derim.
Pijamalı ezikten şimdilik bu kadar. Önemli olan pijamalı ya
da pijamasız ezik kalıp, hayata tutunabilmek.
Sevgi ve saygılarımla,