Oğlum artık büyümeye başladı. Bunu
rahatlıkla görebiliyorum. Yavaş yavaş karakteri oluşmaya başlıyor. Düne kadar
uykusuz kalmak, peşinden koşmak, düşmemesi veya fiziksel bir zarar görmemesi
için harcadığım fiziksel eforlar, düşünsel ve zihinsel eforlarla dengelenmeye
başladı. Bugün artık yalnızca fiziksel efor harcadığımı söyleyemem. Ben genelde
düşünmeyi pek sevmem. Bu tarz entelektüel aktivite ve eforları genelde eşime
bırakırım ama konu oğlum olunca işler değişiyor ve taşın altına elimi ben de
hem de göğsümü gere gere ve büyük bir mutlulukla koyuyorum. Düşünün ki daha
geçenlerde ben miniminnacık panik baba, koskoca, bu işler konusunda uzman kişi
olan eşimle oğluma verilmesi gereken disiplin konusunu tartıştım. Dahası evet efendim, sepet efendim yerine düşüncelerine
aleni bir şekilde, korkusuzca karşı çıktım. Bendeki cesarete bakar mısınız!
Evet bu cesareti gösterdim çünkü konu hakkında okuyorum, öğreniyorum ve dahası
içimde özümsemeye çalışıyorum. Oğlum her şeyin en iyisini, en güzelini hak ediyor
tıpkı diğer çocuklar gibi ve ben de üzerime düşüne yapmaya çalışıyorum her bir
babanın ve annenin ya da daha geniş bir pencereden ebeveynin yapması gerektiği
gibi.
Son günlerde düşünmeye başladığım bir
konu da rekabet. Klasik benim babam senin
babanı döver konusu. Oğlum son günlerde eve bir arkadaşını yakalamaca
oyununda yakalayamadığı için üzülmüş olarak geldi. Ciddi ciddi bunu kafasına
takmış. Sanırım zeka konusunda annesi yerine bana çekmiş. Yapacak bir şey yok,
o benim oğlum. Hayatımız boyunca insanlarla ilişki kurmak zorundayız. Dünyanın
düzeni bu şekilde kurulmuş. Eskinin evet evet hem de çok eskinin bağımsız
yaşama günleri ateşin bulunması ile bir son bulmuş. Oğlumun ilk tanıştığı
kişiler bizlerdik. Onu doğuma katılarak annesinden bile önce kucağıma alıp, kulağına
hoş geldin diyen bizzat bendim. Yani
ilk iletişim kurduğu kişiler bizlerdik. Sonra zaman içerisinde diğer insanlar
ve uyaranlar hayatına girmeye başladılar. Yani iletişime girdiği kişi ve
nesneler çeşitlendi, çoğaldı. Onun sürekli gördüğü, izlediği, tanıyıp örnek
aldığı bizler onun için referans kişiler olduk doğal olarak. Onun
davranışlarının doğal mimarları olduk. Bizlerde elimizden geldiğince
elimizdekinin en iyisini başta sevgimiz olmak üzere ona sunmaya çalıştık.
Sonra
okulu başladı. Aile odaklı hayatı bir anda değişti. Yeni insanlar bir anda
ortaya çıktılar. Kendi yaşıtı küçük adamlar mesela etrafını sarıverdi. Onlar
kuralsızdılar. Onlar düzensizdiler ve evet bazıları oğlumdan daha hızlı
koşuyorlardı. Onlar da aynı oğlum gibi kendi dünyalarının merkezleriydiler.
Hepsi ayrı ayrı birer yıldızdı. Sonra yine mesela öğretmen denen ve anne ve
babadan farklı bir tavır takınan, takınmak zorunda kalan kişiler ortaya
çıktılar. Tamam oyuncak sayısı artmıştı belki ama oyuncakları aynı anda
oynamaya kalkan kişiler vardı artık etrafında. Evdeki steril alan da artık yok
olmuştu. Artık ister istemez dikkat edilen, bakılan diğer çocuklarla ve
öğretmenle olan uyumuydu. Al gülüm ver
gülüm dönemi bitmiş, taklit ve kendini tanıma dönemi başlamıştı. Koşu
yarışında arkadaşını geçebilmeliydi ve asla dahası ona yakalanmamalıydı.
Saklandığı zaman onu kimse bulamamalı ama o herkesi bulabilmeliydi. Rekabet
hayata girmişti artık.
Peki
ama neydi bu rekabet? İyi miydi kötü müydü? Oğluma ne demeliydim? Büyüyor diye
sevinmeli miydim yoksa kötü etkileri ihtimaline karşılık panik mi olmalıydım?
Ben de oturup okumaya başladım.
Bir kere en zayıfından en şişmanına,
en zekisinden alığına, yakışıklısından çirkinine tüm insanlar arasında bir
rekabet vardır. Öğretmenin
kimi en çok sevdiği, kimin en iyi top oynadığı, sınıfın en hızlısının kimin
olacağı, her çocuk için önemlidir ve bunda endişe edilecek bir durum da yoktur.
Artık bizlerin çizdiği resim yerini okuldaki güç dengesinin oluşturduğu resme
bırakmıştır ya da bırakacaktır. Görünüşten tutun da popülerlik, sportif
başarılar hep bu güç dengesini oluşturan etkenlerdir. Hoşgörüsüzlük, oyunların
subjektif hale dönüşmesi veya yeniden kurallarının yazılması yine bu dönemde
normal kabul edilmelidir. Hayatlarına dile kolay ilk defa kaybetmek veya hayal
kırıklığına uğramak girmektedir.
Peki
ama bizler ne yapmalıyız?
En
azından benim yaptığımı zinhar yapmayın. Ben oğlumun bir türlü yakalayamadığı
ve kendisinden pire gibi kaçmayı başarabilen arkadaşına bir daha seninle koşmaca oynamayacağım demesini öğütlemiştim.
Hatalıymışım. Rekabet insanın doğasında olan ve uygun şartların
sağlanması durumunda çocuklar için yararlı olan bir duyguymuş. Bazen
korumacılığım akılın önüne geçebiliyor ki bu yapılabilecek en büyük yanlış.
Zinhar yapmayın anacım. Burada
önemli olan rekabetin ortaya çıkardığı zararlı yanları perdelemeye çalışıp,
olumlu noktaları çocuğunuzun hayatına sokabilmek. İçinde rekabet barındıran
aktiviteler çocukların hem fiziksel ve hem de zihinsel becerilerinin gelişmesini
sağlayabilirler. Hem bununla da sınırlı değil yararları, takım çalışmasına
yatkınlık sağlıyor, kişisel hedefler koyabilmeye ve bunlara ulaşmak için
çabalamayı da sağlıyor. Burada önemli olan nokta başarıya
ulaşabilmek için rekabet duygusunun ölçülü olması gerekliliği. Söz konusu bu
duygu kıskançlık boyutuna ulaşırsa bu tüm taraflar için ve başta da rekabeti
tüm heybetiyle içinde büyütüp yaşatan kişide pek iyi sonuçlar doğurmuyor.
O
halde tekrar soruyorum kendi kendime: Peki ama olumlu yanını görüp bunlardan
yararlanabilmek için bizler ne ya da neler
yapmalıyız?
Aile içinde hoşgörülü ve sevgi dolu
bir ortam yaratmak, yaratabilmek bu işin belki de başlangıç noktası olmalı.
Paylaşma ve sevgi her daim hissedilmeli. Ayrımcılık ve kıyaslama da zinhar yapılmaması
gerekenlerden. Çocuklarımıza kıyaslama yapmak suretiyle rakipler yaratmamalıyız. Tüm
hayatımızın bir yarışmaya dönüştüğünü bir düşünsenize. Her çocuk değerlidir ve her
çocuğun kendisine göre bir becerisi vardır. Başkalarına göre değil bizzati
kendisine göre değerlendirme de bulunmak en sağlıklısı olacaktır. Rüzgar eken
fırtına biçer. Kıyaslama bizlere saldırganlık ve kıskançlık olarak geri
dönebilir. Kıyaslama yapmak yerine gözlemlediğimiz eksiklik ya da problem
açıkça söylenmeli, çözümü için önerilerde bulunulmalıdır. Biz mesela artık hem
evde ve hem de dışarıda artık sürekli koşuyoruz. Amacımız arkadaşını geçmek
değil, koşma hızımızı arttırabilmek. Tek rakibinin yine ve yalnızca kendisi
olduğunu öğretmeye elimden geldiğince çalışıyorum.
Yüce milletimizin yetiştirdiği büyük
değerlerden olan tanınmış animasyon ve masal kahramanı Pepe’nin dediği gibi
“önemli olan oyun oynamak” olmalı. Kazanmaya ya da zaferlere odaklanmak yerine
içinde bulunduğumuz ortam ve aktivitenin tadını çıkarabilmek amaç olmalı. Sonuç
için sürecin keyfinden mahrum kalınmamalıdır. Süreç esnasında gösterilen çaba
mutlak surette övülmelidir (hoş ben oğlumu takdir etmek için bir süreçte
bulunmasını gerekli bir şart olarak görmüyorum, her daim övmeyi sürdürüyorum).
Ortada gösterilen bir çaba vardır ve bu çaba takdir edilmelidir. Aslında bu
konuda özellikle öğretmenlere büyük iş düşmekte. Gelecek nesil gerçekten de
onların eseri olmakta.
Egomuzu da bu işlerden uzak
tutmalıyız. Kardeşler ve/veya arkadaşlar arasında oluşan her türlü mücadele aslında
çocukları güçlendirmekte. Karşı koyarak, mücadele ederek aslında dayanıklı
olmayı öğreniyor çocuklarımız. Bazen bilerek ya da bilmeyerek egomuza esir
olarak, eksiklik veya yaşanmamışlıklarımız nedeniyle olaylara dahil olabilmekte
ve çocuklarımızı olumsuz ve hatta hatalı olarak yönlendirebiliyoruz. Hayatın
kendisi zaten mükemmel bir döngü, mükemmel bir okul. Çocuklarımıza ihtiyacı
olan her şeyi sunmakta. Süreç içerisinde mücadele etmeyi, düşünmeyi, hatta
hızlı düşünmeyi, pratik olabilmeyi, gerekirse fedakarlık yapması gerektiğini,
paylaşmayı öğreniyor. Bizim ve egolarımızın bu doğal sürece dahil olması sorun
yaratmaktan öteye geçemiyor, çocuklarımızı yenilmekten korkan, başarısızlığa
karşı tahammülsüz, öfkeli, kıskanç, ve hatta saldırgan kişiler haline
dönüşmelerine neden olabiliyorlar. Anlayacağınız uzak durmak bütünün yararına
olmakta. Rekabetin çocuklarımızı zenginleştirmesine bırakın izin verelim.
Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki onları ömür boyunca koruyamayız. Bırakalım kendi
kendilerini koruyabilmeyi ve dahası ifade edebilmeyi öğrensinler.
Kabul edelim ya da etmeyelim önceki
nesiller özgüven konusunda şu andaki nesillere göre çok daha zayıf bir
noktadaydı. Buna bağlı olarak da çoğunluk içindeki şanslı azınlık
diyebileceğimiz özgüveni yüksek kişiler bugün göreceli olarak çok daha başarılı
bir duruma gelmişlerdir. Ben olamadım aman çocuklarım başarılı olsun
düşüncesiyle bugün herkes çocuklarını özgüveni yüksek bir şekilde yetiştirmeye
çalışıyor. İster istemez bunun doğru olup olmayacağını sorgularken buluyorum
kendimi. Öyle ya dünün şanslı azınlığı geleceğin artık çoğunluğu olacak ve
birbirlerine göre çok da büyük farkları olmayacak. Böylesi bir durumda
sınırlarını bilen, özgüven patlaması yaşamayan ve empati özelliği yüksek
bireyler işte sözü geçen bu çoğunluktan ister istemez ayrılmış olacaklar. Belki de başarı kriteri bu sayede değişmiş de
olacak.
Muhtemelen her bir ebeveyn gibi eşim
ve ben de oğlumuzun güzel bir hayat yaşamasını istiyoruz. Potansiyelini en
yüksek düzeyde kullanabilmesini, yapmak istemediği şeyleri yapmamasını
istiyoruz. Mutlu, huzurlu ve başarılı olmasını istiyoruz. O her şeyin en iyisini
hak ediyor. Önemli olan oğlumun gözlerindeki mutluluk ve ışıltı. Bize düşen her
zaman olduğu ya da olması gerektiği gibi bu ortamı ona elimizden geldiğince
sunabilmek. Çevresel faktörleri de hesaba katmaya çalışaraktan doğru bir yol
var ise onu bulmaya çalışıyoruz.
Dilerim bizler ve çocuklarımız,
farklılıklarımızı kutlayan, eşsiz oluşumuzun değerini bilen, sahip olduğumuz
başka başka renklere rağmen ve belki de inat bir araya gelip bir gökkuşağı
oluşturabilen bir toplum olmayı başarabiliriz.
0 yorum:
Yorum Gönder