Bu Blogda Ara

28 Şubat 2011 Pazartesi

İlk ders, ilk heyecan, ilk hayal kırıklığı

Keşke’ler olmasın anılar toplansın adlı yazımı okumuş olanlar hatırlayacaktır benim son zamanlarda  yaparken en keyif aldığım uğraş blog tutmak oldu. Bu keyifli uğraş algımın müthiş açılması gibi bazı başka değişiklikleri de beraberinde getirdi. Eskiden duyup da geçtiğim, okuyup da önemsemediğim birçok olayı size nasıl aktarabilirim, nasıl paylaşabilirim diye düşünür hale geldim. Kitap okurken, gazetelere bakarken ya da yolda yürürken bile sürekli notlar tutmaya başladım. Yani anlayacağınız blog tutmak dışındaki tüm boş zamanımı yine blog için ön hazırlıkla geçirir oldum. Durum böyle olunca eşimin de gayret ve destekleri ile keyif aldığım bu uğraşı biraz daha bilerek yapayım istedim ve bir Öykü Atölyesine yazıldım. Önümüzdeki on hafta boyunca haftanın 2 saatini artık edebiyatla geçireceğim. Dün akşam da ilk dersime girdim. Benim gibi zamanının neredeyse tamamını işi ile evi arasında geçiren bir kişi için bu oldukça büyük bir değişiklikti. Kursun ilk günü sonrası apartman görevlimiz bile nasıl geçtiğini sordu. Durumun vahametini buradan anlayabilirsiniz. Benzer sorular ailemden ve arkadaşlarımdan da geldi. Bende bu yazımda ilk dersin nasıl geçtiğini anlatmaya karar verdim.

Derse girmeden önce oldukça heyecanlıydım. Yaklaşık 4 sene önce katıldığım ve yalnızca bir kaç ay gidebildiğim Briç Kulübü’nden sonra ilk defa yalnızca kendim için bir şey yapacaktım. Neden bilmem bu kursa başlamayı bir nevi yeni bir başlangıç, kendim için bir şans olarak görüyordum. Gün içerisinde ne zaman hayalini kursam aklıma hep Columbia Üniversitesi geliyordu. Tamam ABD'nin önde gelen yükseköğrenim kurumlarından birisiydi ama aklıma gelmesindeki asıl sebep New York kentinin en önemli düşünsel ve kültürel merkezlerinden biri olmasıydı. New York kentinin hareketli dinamik kültürüyle yoğrulan, daha az geleneksel bu üniversitedeki bir profesörden sanki alacaktım dersi. Açık renk kanvas tipi pantolon giyen, üzerine yine açık renk küçük kareli gömlek ve lacivert örgü kravatı tercih eden, koyu renk V yaka kazaklı genç-orta yaş arasında bir kişi olacaktı hayalimdeki ki hoca. Okurken gözlüklerini takacak, konuşurken gözlerimize bakacak ve karışık, zor metinlerin bambaşka yönlerini bize gösterecek bir hoca. Sınıf da tabi belirli bir konfor seviyesinde olacak, hem oturup hem rahat yazabilmemizi sağlayacak masa-iskemle sistemli oturma düzenleri, uygun oda sıcaklığı ve dikkatimizin dağılmamasını sağlayacak bir sessizlik seviyesi.

Hayallerime maalesef kavuşamadım. Dahası yanına bile yaklaşamadım. Ders 18:00’de başlayacaktı. 17:30 gibi verilen adrese gitmemle hayallerim çatlamaya başladı sonrasında da taş taş üstünde kalmayacak şekilde yıkıldı. Atölyenin bulunduğu yer, Taksim Sıraselviler caddesinde, normal şartlar altında bulunmayı tercih etmeyeceğim, yıkılmasına çok az kalmış mekruh bir apartmanın 2.katındaydı. Alt katında bir bar bulunuyordu ve maalesef canlı müzik vardı. Ben genelde asansörü tercih etmem, ders günü de etmedim. Eden birisi maalesef oldu ve derse yaklaşık 40 dakika gecikmeyle girdi. Asansörde mahsur kalmıştı. Kilolu, çok şirin, 4 yaşında kızı olan, 40’lı yaşlarda bir bayandı. Bir yandan geç kaldığı için özür dilerken bir yandan da asansör hakkında laf sokmaya çalışıyordu. Hem parasını verdiği dersin ilk hiç de bir şey kaybetmediği 40 dakikasını kaçırmıştı hem de muhtemelen korku dolu dakikalar geçirmişti. Üstelik tüm bunlar için bir de özür dilemek zorunda kalmıştı. Hem onun adına gerçekten üzüldüm ama hem de gülmemek için zor tuttum kendimi. Birinci kattan gelen ve oldukça başarısız arya parçalarının, on dakika da bir ambulans sirenleriyle birbirine karıştığı bir ortamda anlatılanları anlamaya çalıştık.

İki birbirine komşu odanın arasındaki duvar yıkılaraktan birleştirilmiş, orta büyüklükte bir salon elde edilmişti. İki cephenin oldukça geniş duvarlar boyasız ve sıvaları dökülmekteydi. Sol taraftaki duvarda A4 boyutunda (koskoca duvarda çok komik görünüyordu) ortalanmadan rastgele asılmış Che Guevara’nın bir fotoğrafı bulunmaktaydı. En rahatsız edici durum ise iki ayrı eski odanın iki ayrı aydınlatmasının artık aynı mekanda ama farklı olmalarıydı. Bir odada beyaz ışık veren floresan bulunuyorken yalnızca 2 metre ilerisinde sarı renk veren bir ampul bulunmaktaydı. Görüntü kirliliği denen kavrama bu bir örnek teşkil edebilir mi bilemiyorum ama itiraf etmelim ki bu durum bana çok rahatsız edici geldi. Tüm bu konforuna ek olarak ders verilen yer aynı zamanda bir eylem merkezi gibi kullanılıyordu. Bir ara lavaboya gitmek istedim ve kapısı açık olan bir odada depolanmış bir yığın muhtemelen yasadışı olan pankartları gördüm.

20 kişilik bir gruptuk ve bunun yalnızca 5 kişisi erkekti. Gelenlerden bir tanesi geliş nedenini şöyle ifade etti: “Bir filmde kahraman benzer şekilde böyle bir kursa devam etmiş ve hayatı değişmişti. Belki benim de değişir diye geldim”. Hoca bu geliş nedenini son derece makul karşılaması o şekil düşünenlerin hiç de az olmadığı düşüncesini bende doğurdu. Bir kaç tane sınıf ve yuva öğretmeni de var ki geliş nedenleri son derece rasyonel geldi bana. Okuttukları veya okudukları kitaplara farklı yönlerden de bakabilmek. Ne istediğini bilen bir kişinin sebebi bu olsa gerek. Muhtemelen benim gibi bir kaç kişi de yazmanın teknik alt yapısını (gözlemci mi anlatmalı yoksa kahraman mı, kullanılan zaman ne olmalı, ne kadarı hayal gücü ne kadar gözlem olmalı gibi ...) öğrenmek için bulunmaktaydı. Bana göre oldukça farklı ve matrak gelen bir kaç kişiye ayrı birer paragraf açmak isterim. Yanlış anlaşılmaların önüne geçmek adına bunlar geceyi renklendiren kişilerdi yoksa haklarında ukalalık etmek hiç haddim olmaz.

Bunlardan geceme renk katan birincisi mesleği iç mimar olan, bir firmada genel müdür olarak çalışan ama kendini astrolog olarak tanımlayan bir bayandı. Oldukça sinirli, asabi bir yapıya sahipti. Hocayı azarlıyor muydu soru mu soruyordu her defasında karıştırıyordum. Kendisi istediği eğitimin özelliklerini ders başlar başlamaz hocaya iletti:  “Ben kitapların eleştirilerinin yapılacağı bir ders istemiyorum. İlgimi çekmiyor. Benim istediğim yazıya nasıl başlanır, nasıl devam edilir ve nasıl bitirilir bilgisinin adım adım bize verilmesi”. Hoca bir hap verecekti, o da içip hep beraber yazar olacak ve düzinelerce kitaplar yazacaktık. İstediği bir şablondu. Tek tip bir teknik düşünce yapısı vardı. Hoca bir ara günlük hayatta notlar tutun dediğinde, elle mi yazarak tutalım, dinleme cihazına konuşma mı yapalım yoksa PC’ye mi yazalım sorusuyla gerçekten de tüm adımların teker teker ve açık açık anlatılması gerektiğini gösterdi. Sanırım o soru sonrasında hoca da onu yalnızca bir robot olarak görmeye başladı.

Yaratıcılıkta tıkanıklık sendromu varmış. Çok başarılıymış ama tüm bunları kağıda dökemiyormuş. Herkese acıyarak ve hatta tiksinerek bakıyor. Neden midesini bulandırdığımızı anlamış değilim. Bir ara genel müdürün söylediğinin tersini söyleyen birisi oldu ve azarını işitip oturdu yerine. Sen kimsin ki  koskoca astroloğa karşı fikir üretebiliyorsun diye az kalsın ben de kızacak ve hatta sinirime hakim olamayıp tokatlayacaktım ama gerek kalmadı. Sözleriyle tokatlamaktan beter etti. İlk dersten çok memnun ayrıldığını sanmıyorum ama o gerçekte ne düşünür bunu da asla bilemem. Onu görmek ve yeni maceralarına tanıklık edebilmek için sabırsızlanıyorum.

Bir de bankacımız var. Sahtecilik ve dolandırıcılık masasından. Uzun bir süre diğer çoğunluk gibi sessizdi. Bizler gibi şaşkın, bizler gibi ürkekti. Sonra ama bir açıldı ki  hoca bile susturmayı başaramadı. O da başarılarını anlatmayı seviyor. Zaten orası bir nevi kendini gösterme yerine döndü. Bir ara baktım ben bile bitirdiğim okulları saymaya başlamışım. Öyle bir ortam var ki başarısızlara yer yok gibi, insan derse devam için mecbur kalıyor kendini anlatmaya.

Bir de öğretmeni psikolog sanan bir bayan var. Uzun uzun kendinden, çocukluğundan ve çocukluğuna olan özleminden bahsetti. Konuşmada zorlandığını ama yazarak kendini çok daha iyi ifade edebildiğini söyledi. Bence konuşması da oldukça iyi idi ama önemli olan tabi bunu onun hissetmesi. Çocukluğunda hissettiklerini tekrar hissedebilmek için burada bulunuyormuş. Bana en ilginç gelen bulunma sebebi bu oldu. Allah yardımcısı olsun.

Öğretmen ise tam evlere şenlik. Eminim yazarlıkta çok başarılıdır ama konuşmada tam bir fiyasko. Çok okumuş olduğu belli ama sanırım daha önceden böyle bir deneyimi bulunmamakta. Müslüm Gürses gibi konuşmanın sonunu zor getirenlerden. Başladığı yer ile bitirdiği yer o kadar farklı ki, arada bir ilişki bulmaya çalışmak bile nafile bir çaba. Bir örnek vermemi ister misiniz? Tanışalım diye derse başladı, hala tanışacağız. Okuduğu hikayeden ötürü transa girmesi, bazen susup bazen düşünüp konuşması, suratını farklı farklı şekillere sokması ve şiir okurken Genco Erkal ya da Müşfik Kenter gibi olmaya çalışması ama üzülerekten söylemeliyim ki olamaması bana itici ya da belki üzücü gelen özellikleriydi. Belki değildi ama dışarıdan çok yapmacıklı bir hali vardı.

Toplum tarafından empoze edilen sistemin bir çarklısı olmamak için bir ilk adım olarak gördüğüm bu ilk dersimden çok da memnun kalarak ayrılmadım. Ama devam edeceğim. Belki de henüz farkına bile varmadığım olumlu yönde katkıları olmuştur. Devam edip, gözlemleyeceğim. Eğer bir şeyler keşfedebilirsem sizleri de haberdar ederim ...  

21 Şubat 2011 Pazartesi

Fethedilecek ilk ülke insanın kendisidir – 5

Kendimizi bilmek ve biz olabilmek ...


Konuyla ilgili bir önceki yazmış olduğum yazılarda karamsar ve her geçen gün kötüye giden bir yapılanmadan bahsetmiş ve amacı, insanlar arasında dostluk ve sevgi bağlarının güçlenmesi, insan kişiliğinin yüceltilmesi, insanlığın özgürlük ve barış içinde gelişmesi olan bir takım güçlü, sağlam değerlere ihtiyacımız olduğunu belirtmiştim.

Bir adım daha giderekten onur duyulacak bir yaşam biçimi için aslında gerek ve belki de yeter şartın içimizdeki erdemlerin ve insaniyetin dışarıdan görülür hale gelmesi, getirilebilmesi olduğunu yazmıştım. Son yazımın sonunda bu eylemi aydınlanabilmek ile özdeşleştirmiş ve yazımı cevaplanması gerekli sorularla tamamlamıştım.

“Peki ama nasıl ve hangi süreçlerden sonra uyanabileceğiz?”
“Ne zaman bu dönüşüm için adım atmaya başlayabileceğiz?”

Aslında tüm bu soruların cevapları tek ve oldukça basit, gerçek olamayacak kadar basit:

“Aynaya bakmamız yeterli.”

Rekabetin, uyuşmazlıkların, güvensizliğin, düşmanlıkların, nüfus patlamasının, çevre kirliliğinin, cehaletin ve olağanüstü bencilliğin  egemen olduğu bir dünyadan işbirliği bilincinin, sevginin ve bilgeliğin yaşandığı bir dünyaya nasıl geçilebilir? Bu nasıl yaratılmak istenen bir ütopyadır?

Ben erişilmeyecek kadar uzakta olduğu kanısında değilim. Bu daha çok at gözlüğü ile bakmaya benziyor. Nasıl atlara, gördüklerinden ürkmemeleri için meşin gözlük takıp onların görüş alanlarını daraltıyorsak, kendimize de aynı şeyi yapıyoruz. At gözlüklerimizi, alışık olduklarımızın dışındaki herşeye karşı kendimizi kapayacak veya bunları dışlayacak bir şekilde dar tutuyoruz. Sonuçta kendimizin, başkalarının ve evrenle olan ilişkimizin sınırsız ama çaba gerektiren kozmik gerçeğini görmek yerine, bu gerçeğin son derece kısıtlı  ama bize pek rahat gelen ufak bir parçasıyla yetiniyoruz.

Evren, bir matematik, bir geometri düzeni içinde hareket eder. Tanrının varlığını bu mükemmel düzen içinde görmek  mümkündür. O’nun varlığına inanmayan bilim adamları bile, en son teknolojiyi kullanarak elde ettikleri bulgularda, evrenleri yaratan yüce bir gücün varlığını hissetmeye başlamışlardır. Bu güce kimileri Allah, kimileri God, kimileri Dieu, kimileri Evrensel Zeka, kimileri ise başka adlar verebilir. Ama bu mükemmel matematik ve geometrik düzeni kuran güce ne denirse densin varlığı inkar edilemez.

Goethe
Güzel bir gülüş, karanlık bir eve giren güneş ışığına benzer derler, Goethe’nin konuya ilişkin çok hoşuma giden mısraları da bir güneş ışığı, bir güzel gülüş gibidir: “Gönlünü, ne kadar büyük olursa olsun, O görünmez nesneyle doldur. Yüreğin  mutluluktan dolup taşınca, Ona istediğin adı ver; Mutluluk, Sevgi, Gönül, Tanrı ... İsim gürültüden başka birşey değildir. Göklerin ihtişamını bizden gizleyen bir sistir...

İnsan işte bu güçten, bu mutluluktan, bu sevgiden yani Tanrı'dan ayrı bir varlık değildir. Onun görünümlerinden sadece bir tanesidir. Bugün bu gerçeği, bu hissiyatı, unutmuş olsak da insan; potansiyelinde, özünde Tanrısal özelliklere sahip olan ilahi bir varlıktır. Evren, ışık ve sevgi yumağı olan Tanrı'dan yansımıştır. Parça bütüne aittir. Daha tasavvufi bir ifade ile gerçek olan “Bir”di. Tüm evren “Bir”in farklı biçim ve nitelikteki yansımalarından ibarettir.Gerçek sır, Tanrısallığı insanın içinde görebilmesidir. Unutmamalıdır ki “Kendini bilen Tanrı'yı da bilir...

Yukarıda belirtmiş olduğum ve zaman içinde gelişen ve değişen tablo karşısında, tek çözüm, insanın kendi içinde araştırma yaparaktan, kendini yani Tanrı’yı bilmesi, kendisini hep daha iyiye ve daha güzele davet etmesi, gelişmeleri ve problemleri yıkmak için değil, inşa etmek için göğüslemeye yöneltmesi gerçeğidir. İnsanların diğer insanlardan farklı kılan yegane ayırıcı özelliği kendilerini geliştirmeye duydukları sonsuz ihtiyaç olmalıdır yoksa köke, dine, dile yönelik ayrımlar yalnızca yıkımlara neden olmaktadır. 

Düşünce özgürlüğünün hiçbir kısıtlamaya ve ön yargıya tutulmaksızın açıklanabildiği mükemmel ortamlar yaratılmalı, her türlü bağnazlık reddedilmeli ve toplumlar kendisinden çok ama çok daha büyük ölçekli bir ailenin parçası oldukları gerçeğini görebilmelidirler.Başkaların ayıpları ile değil, kendi içimize yönelip, egolarımızla ilgilenmeli ve savaşabilmeliyiz. Kibirli olmak yerine hoşgörülü olmayı denemeliyiz. Sevmekten korkmamalıyız. Sevmek karşısındakinin eksiğini tamamlamaktır. Bilgiye korkarak değil ancak severek ulaşabiliriz. Tanrı'dan korkmak yerine onu sevmeliyiz.O'na ancak sevgiyle yaklaşabiliriz, korkarak değil. Ahiret korkusu ile değil, evrensel sevgi ile yaşamalıyız. 

Su ile temizlenebiliriz, ısınmamızı sağlayan ateşi de söndürebiliriz. Ateş yok etmek için de kullanılabilir ısıtmak/ısınmak için de. Ömrümüzün sonunda yok  da olabiliriz, ölümün ötesine de geçebiliriz. Bir yıldız güneş olup hayat da verebilir yörüngesindeki gezegenlere, kendi içine dönüp kara deliğe de dönüşebilir.Bunlar arasında bir seçim yapmak hep bize bırakılmıştır bu dünyada. Hangisini istersek onu elde edebiliriz.

Yapılması gereken insanın kendi içine dönebilmesi, buradaki içsel zenginliklerine ulaşabilmesi ve Tanrının insanın içinde var olduğu gerçeğini hissedebilmesi, yaşayabilmesidir. Ancak bu sayede ve bu sevgiden hareketle ortaya çıkardıklarımız, toprağa serpilen tohumun ekmek karşılığında kat kat geri alınması gibi, ölümün ötesine geçebilir, evrensel sevginin bir parçası olabilir ve başkalarının mutluluk kaynağı olabilir.

On yaşında olduğunuzu ve arkadaşlarınızla saklambaç oynadığınızı düşünün. Oyun başlar ve siz yumup saymaya başlarsınız. İçin içinize sığmaz, coşku dolusunuzdur. Birazdan gözlerinizi açacak ve herkesi arayıp bulmaya çalışacaksınız. Saymanız bitiyor ve gözlerinizi açıp arkanızı dönüyorsunuz. Bir bakmışınız tüm arkadaşlarınız ortada size bakmakta. Hiç mutlu olur muydunuz? Oyunun amacı gerçekleşmiş olur muydu?  Hem de hiç olmazdı; oyun oyun olmaktan çıkmış olurdu. Oyunun eğlenceli olması için tüm çocukların saklanmış olması ve sizin çocukları bulmak için efor sarf etmiş olmanız gerekir. Saklanma işlemi mekanizmanın aslında eğlenceli olmasını sağlayan anahtar işlemidir.

Sonsuz mutluluk dolu ortamımızdan, karanlık ve kaos dolu dünyaya yaradanlığı deneyimlemek için gelmeden önce ruhlar, eğlenebilmek adına Tanrı'dan Tanrısal eğlence, keyif ve özellikleri saklamasını rica ettiler ki onları arayıp bulurken tadını çıkarabilsinler. Ve Tanrı bu isteklerini kabul etti.

Artık  insanlar, karanlık bir odada -bu dünyada- göremedikleri perdenin altındaki ışığı arar konumuna gelmişlerdir. Başımıza gelen tüm problemler aslında ışığın olmamasından değil, ışığın bir perdenin altında kaybolmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle dualarımızı isteklerimizin yerine getirilmesi için değil, perdenin kaldırılması için etmeliyiz ki ışık dünyalarımız, hayatlarımızı aydınlatsın.

Peki kapkaranlık bir odada bırakın ışığı, perdeyi dahi nasıl bulabiliriz ki? Aslında bunun cevabı çok kolay, ışığı saklayan perde, bizim içimizdeki benler yani ego’larımız yani yine bizden başkası değildir. Aslında perde bizi tanımlayan herşeydir.

Hayatı gölgeleyen başta bencillik olmak üzere tüm bizi biz yapan benliğimizin zayıf noktaları olan nefslerimiz ile mücadele etmeli ve kişisel ihtiras ve hırslarımızı toplum lehine coşkun bir iyilikseverliğe dönüştürebilmeliyiz.Unutulmaması gereken bir nokta ise bu coşkun  iyilikseverliğin deniz olduğudur. Her bir birey ondan ancak kendi elindeki kabın büyüklüğü kadar su alabilecektir.


Kafalar karışmaya başladı. Büyük huzursuzluklar, karmaşa, düzensizlikler ve yeni çatışmalar yaşanmakta dünyamızda. Klasik dinler, eski rejimin koruyucu ve kollayıcıları, hem reel güç açısından hem de ideolojik açıdan "yetersiz" hale geliyorlar. 

Sessiz filmlerin sonu yaklaşmakta olan trene bakarak çığlık atan aktörün sesiyle sona erdi. Bir dönemin sonu geldi ve modern film tarihi başladı Benzer son klasik dinler için de geçerli gibi.
Kültür tarihinde "Floransa anı" diye bilinen bir kavram vardır. Bu, Rönesans öncesi Floransa'sında kültürel, ideolojik, siyasi birçok öğenin bir araya düzgün gelmesiyle yakalanan bir patlama anıdır. O günlerde Floransa birçok farklı öğeyi düzgün olarak bir araya getirebildiği için mutlu ve ilerleyen bir toplum kurabildi, Rönesans'ı gerçekleştirdi. Peki ama insanlık bu anı nasıl yakalayacak?

Delf mabedi'nin kapısında Kendini bil ibaresi yer almaktadır. Hermes binlerce yıl önce demiş olduğu gibi “İnsan varoluşun aynası ve özetidir. Aşağıda olan da yukarıda olan gibidir. Evren ise, büyük çapta bir insandır. İşte birlik mucizesi budur”.

Floransı anının yakalanması için gerek ve yeter şart kendimizi bilmemiz ve egolarımızı feth etmemizdir. Unutulmamalıdır ki fethedilecek ilk ülke insanın kendisidir.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Fethedilecek ilk ülke insanın kendisidir – 4

Aydınlanabilmek neden bu kadar zor?

Bundan önceki yazılarımda özetle tarih boyunca bir çok savaşın ana nedeni olarak gösterilen dinlerin arasında bir farkın olmamasından bahsetmiş ve köklerinin aynı olduğunu göstermeye çalışmıştım. Sonrasında bir adım daha ileri giderek bu dünyanın hepimizin kardeşçe, eşit, özgür, mutlu, huzurlu ve güvenli bir şekilde yaşamasına yetecek büyüklük ve bollukta olduğunu iddia etmiştim. Peki ama neden bunu başaramamaktayız? Bu yazımda bunun nedenlerini ortaya koymaya çalışacağım.

Eski devirlerdeki tüm dinlerin ve felsefi çalışmaların hedeflediği gaye insandaki değişimin sağlanmasıydı ki günümüzde bu dönüşüme 'aydınlanma' denmektedir. Tufan sonrasında, bu gayeye ulaşmada öğrenilmesi gerekli töresel, bilimsel, felsefi bilgi ve öğretiler, sembollerle ve kademeli bir şekilde insanların anlayışlarına ve olgunluklarına göre bir takım kalıplar içerisinde sunulur, doğrudan doğruya bir düşünce ya da bir bilgi izah edilmez, üstü  adeta örtülerek aktarılırdı (bu uygulama ana kaynağın yok olması sonrasında eski kadim dinin yok olmaması için başlamış koruyucu bir uygulamadır ve halen devam etmektedir).

Dinsel öğretiler, herkes tarafından bilinen öğretiler (egzoterik) ile, sembolizmalar tarafından örtülmüş, içsel, tinsel farkındalık yaratan, belirli kişilerin aşamalardan geçerek bilmeye hak kazandığı öğretilerden (ezoterizm) oluşurdu. Tek bir cümle ile, Egzoterik öğretiler buz dağının görünen kısmı iken, tüm anlamın yüklü olduğu ezoretik kısım buz dağının su altında kalan kısmıydı.

Bu anlayış ve uygulama, tüm dinlerin içinde uzun bir süre yaşamıştır. Dünyanın hangi yöresinde olursa olsun ilk dönem öğretileri (buz dağının tamamının öğretildiği zamanlar) farklı yollardan gidiyormuş gibi görünseler de, sonunda “tek bir ortak alanda” buluşmaktaydılar: Hepsinin nihai amaçları, insanların dinlerin özünü yakalayabilmeleri için gereken ezoterik bilgiyi öğretebilmekti.

Bugün yaşanan durum nedir? Bugün bir çok öğretide maalesef elimizde yalnızca buz dağının yalnızca görünen kısmı kalmıştır. Hatta o kadar ileri gidilmiş ki artık adeta günlük yapacaklarımız ya da yapmayacaklarımız basitliğine indirgenmiştir.

Bugün artık birçok insan için inanmış oldukları din, onlar için sadece inanılacak ve Tanrı'ya ibadet edilecek bir araçtan öteye geçemez durumdadır. Oysaki tüm dinlerin asıl amaçları; insanları ruhsal dünya ile irtibatlandırmak noktasında birleştirmek değil miydi? 

Pavlov ve meşhur köpeği
Günümüz dinleri bana hep Pavlov'un köpekler üzerinde yaptığı klasik koşullanma deneylerini hatırlatır. Köpeğe ilk olarak birkaç kez zil çalınır. Fakat köpek tepki vermez. Sonradan et verilir. Köpeğin salyaları akar. Sonra et ile birlikte zil çalınır. Daha sonra et verilmediği halde zil çalındığında köpeğin ağzının suyunun aktığı görülür. Buna zaten şartlı ya da şartlandırılmış refleks denmekte. Sevap işle, cennete git. Tavşana gösterilen havuç seviyesinde bir ödüllendirme.
Günah işlersen sonun cehennemdir korkutmacası. Tanrı'yı sevmek yerine korkmalı yapılandırması ve sözü dahi edilmeyen evrensel sevgi.

Terimler bile erozyona uğramış, belki de değiştirilmiş. Günah, aslında negatif enerji üretmek ve negatif enerjileri beslemek anlamında ele alınması gereken dinsel bir terim. Bunun yine dinsel karşıtı olan sevap ise pozitif enerji üretmek ve biriktirmek anlamına gelmekte. Görüldüğü gibi her şey varlıkların daha olumlu bir atmosferde yaşayabilmeleri için. Yani bir sevap kazanılacaksa bu Tanrı için değil, insanın bizzat kendisi ve çevresi için. Tanrı'nın sevap ve günah ile bir alıp veremediği yok. Çünkü bu dünyada pozitif ya da negatif ağırlıklı bir çevrede yaşayacak olan ve bundan etkilenecek olan yine insan.

Bugün buz dağının hem görünen ve hem de görünmeyen yüzlerini uygulayan anlayışlar, öğretiler de mevcut aslında. Mesela Kabala öğretisi, mesela Sufi öğretisi. 2 farklı dinin 2 ayrı ama özünde aynı kolu. Aslında tüm dinler bir elin parmakları gibi, farklı yollar gibi görünse de birleştikleri yer aynı, içerikleri, kökenleri, yapıları hep aynı.

İki farklı dinin iki ayrı ama özünde aynı kolları ne diyor: Varolan her şey Tanrı’dan oluşmuştur diyor. Evren ve Tanrı birdir diyor. Ezberlediğimiz anlayıştan farklı olarak Tanrı yaratan değil, varolandır ve evrenin toplamıdır diyor. Tanrısal ışığın bir parçası olan ruhun ölmeyeceğini ve yegane amacı ayrıldığı ana kaynağa, yani Tanrı’ya dönmek olduğunu söylüyor. Bu dönüşü de ya da bu birleşmeyi de ancak ruhun tekamülü yani kendini geliştirebilmesi, aydınlanabilmesi ile olabileceğini söylüyor.

Size de tüm bu söylenenler şaşırtıcı gelmedi mi? Bundan binlerce yıl öncesine ait Naacal tabletlerinde neredeyse kelimesi kelimesine aynı ifadeler mevcuttu.

İslamiyet'in ezoterik öğreti ile ilk tanışması Mısır'ın Müslümanlarla kuşatılması sırasında gerçekleşmiş. İslamiyet'in Arap Yarımadası'nın dışına taşarak tüm Ortadoğu'ya yayılmaya başladığı sırada, Mısır'da halkın bir bölümü İncil'in, diğer bir bölümü ise Tevrat'ın etkisi altındaydı. Ama yine de büyük bir çoğunluk, eski bir kadim (Osiris Öğretisi) öğretinin etrafında bulunmaktaydı.

Mısır’ın ele geçmesi sonrasında bu öğreti taraftarlarının iki seçenekleri vardı; ya Müslüman olacaklardı ya da kılıçtan geçeceklerdi. Müslüman oldular. İskenderiye Okulu dağıtıldı. Çok sayıda ezoterik kitap bu şekilde yok edildi. Bu şartlar altında, rahiplerin yapabilecekleri tek şey vardı: Müslümanlara İslamiyet'i ezoterik olarak anlatabilirlerdi. Ve bunu yaptılar. Bu çalışmaları, İslam Tasavvufunun ve Batıni İslam Ezoterizmi'nin ortaya çıkışını sağladı. Rahipler için tüm dinler bir ve aynı şeydi.Allah'a ibadet olgusu yerine, Tanrı-Evren-İnsan üçlemesinden oluşan Varlığın Birliği ilkesine bıraktı.

Sofos” kelimesi Yunancadır ve “Akıl-hikmet ve bilgelik” anlamlarına gelir. İskenderiye Okulu mensuplarının “Sufi” kelimesini kullanmaları işte bu nedenledir. Temelinde Ezoterik Öğreti ve gizli bilgiler bulunan Sufizm, İslami görüntü altında gittikçe güçlenen bir ekol oldu. Sufizm herhangi bir ulus ya da yöreyle kısıtlı olmayan ve tüm dünyaya yayılmış bir Batıni organizasyon oldu.

Eğer Sufi'ler olmasaydı belki Türkler de İslamiyeti bu kadar kolay benimsemeyeceklerdi. Türklerin bu öğretiye çok kolay yakınlık göstermelerinin sebebi, eski inançları Şamanizm ile Sufi öğretisi arasındaki paralelliklerdir. Yalnız Türkler arasında değil, Tasavvufi çalışmalar olmasaydı, Müslümanlık sadece savaşlarla bu denli yayılma olanağı belki de hiçbir zaman bulamayacaktı.

Bugün hepimizin bildiği ya da en azından adını duymuş olduğu Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre, Mevlana, Hallac-ı Mansur, Nasreddin Hoca, Feridettin Attar tanınmış sufilerden sadece bir kaçıdır.      

Tüm ezoterik bilgilerin temeli arınabilmek ve aydınlanabilmektir. Aydınlanmış insan, uyanmış, şuurlanmış, insan anlamına gelmektedir.

Peki ama nasıl ve hangi süreçlerden sonra uyanabileceğiz, ne zaman bu dönüşüm için adım atmaya başlayabileceğiz? İşte bir sonraki yazımda bu soruya cevap bulmaya çalışacağım ...

8 Şubat 2011 Salı

Fethedilecek ilk ülke insanın kendisidir - 3

Yoktur aslında birbirlerinden farkları (devam) ...

"İnsan insanın kurdudur" diyerekten bitirmiştim son yazımı. Bunun aslında nedeni her bir bireyin hatta toplumların aynı anda sahip olamayacakları bir şeyi istemeleri durumunda çatışmaya yönelmeleri. Çatışma doğal olarak düşmanlığı ve ötekileri baskı altına almayı ve hatta yok etmeyi doğurmakta. Gerek rekabet ve kazanç için olmuş olsun, gerek güvenlik sebep gösterilmiş olsun, gerekse şan ve şeref için yani toplumsal statü neden gösterilmiş olsun, insanlar tarih boyunca hep savaşmışlardır.

Gelin tarih boyunca savaşın en fazla nedeni olan dinlerin aslında nasıl da aynı olduklarını hatta farklarının dahi olmadığını beraber incelemeye devam edelim.

Mu uygarlığının hüküm sürdüğü dönemlere Altın Çağ denirmiş. Günümüzün uygarlığının yapı taşları olan, Mısır, Astek, İnka, Maya, Hint ve Yunan uygarlıklarının hep Mu uygarlığı sayesinde ortaya çıkmış olduğu kabul edilir. Sonra bir tufan olmuş (Mu'nun yok oluşu başka bir yazı konusu olabilir) ve Altın çağ yani Miş'li Geçmiş zaman sona ermiş ve Demir Çağ yani Di'li geçmiş zaman başlamış. Bildiğimiz tüm dinler de işte bu devrin ürünleri. Musevilik sonrası ortaya çıkan Hristiyanlığı gelin beraber özet olarak incelemeye başlayalım.

Musa öğretisinin yozlaşmaması ve sembollerin gerçek anlamlarının yok olup gitmemesi için müritleri arasında en uygun gördüğü 70 kişiyi inisiye etmiş ve zaman içerisinde eğitimlerini tamamlamıştı. Bu kişilere kabul edilmişler anlamında Kabalacılar ismi verilmişti. İşte bu Kabala öğretisini benimseyen ve zorunlu göçler sırasında Yahuda çölünde kalan bir grup bulunmaktaydı. Bu gruba Esseniler adı verilmekteydi.

İsa Peygamber, Musa Peygamber'in öğretisinin bu gerçek yönünü yüzyıllardır bünyesinde barındıran Esseniler arasında dünyaya geldi. Esenni, İsiyim kelimesinin çoğuludur ve İbranice'de Ketum kişi anlamına gelir. Kendilerine Luvi'ler gibi Işığın çocukları demekteydiler.

Gün yüzüne çıkarılmış olan tabletlere göre, İsa Peygamber’in öğretisi ile Osiris’in öğretisi kelimesi kelimesine aynıdır. Mu’nun kutsal metinlerinden oldukça faydalanılmış olduğu ifade edilmektedir. Esenni öğretisi Musa Peygamber'in Kabala doktrininden başka bir şey değildir. Haç sembolü bile mesela Naacal sembolüdür. Mu dininde İlahi varlığın sembolü Göksel Baba iken İsa Peygamber, ilahi varlıktan hep Göklerdeki babamız olarak bahsetmiştir.

Yuhanna İncili
Esennilere göre tüm insanlar Tanrı'nın birer tezahürü idi. Yuhanna’nin Incil’inin 17.bölümünde İsa Peygamber bu gerçeği şu sözlerle kanıtlıyor: “... biz bir olduğumuz gibi onlar da bir olsunlar; ben onlardayım ve sen (Tanrı) bendesin, onlar da bir olmak üzere tamamlanmış olsunlar ... ”

Aslında daha bir çok ortak nokta daha doğrusu aynı nokta var ama yazının amacı dinler tarihi ya da dinlerin karşılaştırması olmadığından ben bu kadarla yetinmek istiyorum.

İslam dinini de ele alacak olursak, bu dinin de kökeninin Saabilik inancı ile birçok nokta da keşistiğini görürüz. Saabi inancı gereği birçok tapınak inşa edilmiştir. Kabe'de Güneş'e atfen inşa edilmiş bir tapınaktı ve İslam peygamberinin ailesi kuşaklar boyu bu güneş mabedinin koruyucuları idiler. Tek tanrılı Hanefi dinine inanmaktaydılar. İbrahim Peygamber ve oğulları  Kabe'nin korunması amacıyla Kabe Tarikatı adı altında gizli bir örgüt kurmuştu ve peygamberin ailesi de bu tarikata bağlıydı. Bu örgütün amacı Tek tanrı inancının korunmasıydı. Ek bir bilgi daha paylaşmak isterim o da Sabi ve Hanif terimleri anlamdaştır ve köken itibariyle Hanpe (Pagan) kelimesinden doğmuştur. Çeşitli hadis kaynakları, Muhammed Peygamber ve ashabına ilk zamanlar Sabii denilmiş olduğuna dikkat çekmektedir.

Sabiiler'in gizli öğretilerinin sırlarını içeren günümüze kadar gelebilen kitapları, dinsel ve sosyal kültürleri hakkında önemli bilgileri edinmemize olanak sağlamışlardır ki bu kitapların en başında kutsal kitapların temelini oluşturan Sidra Rabba  (büyük kitap) gelmektedir. Sabiilerin insiyatik kökenli bilgileri, Kur'an-ı Kerim'deki bilgilerle büyük bir paralellik gösterir. Nitekim bu gizemli topluluktan ve onların inanç sistemlerinden Kur'an-ı Kerim bahseder. Kur'an-ı Kerim, Tek Tanrılı dinler arasında Sabiiliği de saymaktadır.

İşin bir başka üzerinde durulması gereken ilginç yanı da, İslamiyet'ten çok daha önceleri kendilerinin uyguladıkları ritüel ve kuralların büyük bir bölümünün, Kur'an-ı Kerim'de de daha sonraları yer almış olmasıdır: Sünnet, namaz kılma, oruç tutma, kurban kesme, kutsal yerleri ziyaret ve haç gibi ibadet ve ritüeller, Müslümanlıktan çok önceleri Sabiiler'in inaçlarında da bulunmaktaydı.

Saabilerin dili olan Aramcadan alınan Allah, Rahman, Kuran, Furkan, melek, insan, kitap, Adem, Havva, nebi, gibi kelimeler arapçaya da geçmiş kelimelerdir ve bu kültürün İslam dinini ne kadar çok etkilediğini gösterir niteliktedir.

Amacım belirttiğim gibi dinler karşılaştırması yapmak olmadığından İslam için vermiş olduğum bu kadar örneği, varmak istediğim sonuç için yeterli görüyorum.

Diğer bazı dinleri ve uygarlıkları da incelediğimiz zaman başka bir takım benzerlikler de karşımıza çıkmakta. Çok kısaca örneklemek gerekirse, mesela bir Şaman adeti olan ölen kişilerin kırk gün etrafta dolaşmaları, alışkanlıklarından fiziksel bedenlerinden zor vazgeçmesi, günümüzde Türk-İslami motiflerine de görülmüş ve ölenin ardından kırk gün geçtikten sonra Kur'an ve Mevlut okutma adeti oluşmuştur.

Eski dinde At sembolü, Astral bedeni sembolize edermiş.Yine eski şaman kayıtlarında “Şaman'ın kurban edilen ve 'Pura' denilen bir atın ruhu ile göğe çıktığı ve burada ruhsal temasları anlatılmaktadır”. Bir nevi Astral yolculuk anlatılmaktadır. Benzer bir tema Muhammed Peygamber'in Miraç'ta binerek “Göğe yükseldiği” ifade edilen 'Burak' isimli at için de geçerlidir. Benzer durum Yunan Mitolojisi'ndeki efsanevi altın kanatlı Pegasos adında ki Tanrıların diyarına kadar yükselebilen at için de geçerlidir.

Şamanik inanç sisteminde Yayık, Suyla, Karlık ve Utkuç isimleri verilen Ruhsal idareciler vardır. Kur'an-ı Kerim'den örnek verecek olursak benzer durum için Melekler (Cebrail, İsrafil, Mikail, Azrail) sembolleri kullanılmıştır.


Yani aslında tüm yukarıda yazılı olanlardan demek istediğim yoktur aslında birbirlerinden farkları; kökleri belli, amaçları belli, yolları belli, ve hep ama hep aynı. O zaman neden bu kavgalar, neden bu savaşlar, neden bu ayrışmalar? Bu dünya hepimize yeter. Eşit, özgür, mutlu, huzurlu, korkusuz, insanca, diğer canlılarla birlikte yaşamak mümkün.


Önce biz ilk adımı atabilmeliyiz. Diğer tüm insanlarla ortak paydalarımızı genişletmeli, farklılıklarımızı zenginliğimiz saymalıyız. İnsan insanın kurdu değil ama yoldaşı, arkadaşı, tamamlayıcısı, koruyucusu olmalıdır.

İçimizdeki ben yani ego’larımız sizden başkası değildir. Aslında sizi tanımlayan herşeydir. Onsuz siz de varolamazsınız. Gelin bir sonraki yazıda biraz daha ilerleyelim ve egolarımızla savaşmanın yani benlik bilincinden biz olma bilincine ulaşmanın öneminden ve zorluklarından bahsedelim ...


2 Şubat 2011 Çarşamba

Fethedilecek ilk ülke insanın kendisidir - 2

Yoktur aslında birbirlerinden farkları ... 
Bir varmışşşş bir yokmuşşşş. Çoook çooook eski zamanların birinde kurdukları devlete Güneş İmparatorluğu ismini verdikleri bir imparatorluk varmış. Başlarında rahip-kral hem dini uygulamaları ve hem de devleti yönetirmiş. Bu rahip krallara Güneşin Oğlu yani Ra-Mu denilirmiş.


Miş'li geçmiş zamandan Di'li geçmiş zamana geçecek olursak, bu imparatorluğun kolonilerinden olan Mısır'da da Güneş Tanrı'ya bulmacalardan da çok iyi bildiğimiz Ra adı verilirdi. Kökleri yine bu büyük uygarlığa dayanan günümüzün Japonya'sında da imparatorun ünvanı hala Güneşin Oğlu'dur. Eski koloni ve bizim için ise uygarlıklardan Maya ve İnka uygarlıklarında ise krallar yine aynı ünvanı kullanmaktaydılar.

Tekrar Miş'li geçmiş zaman... Bu imparatorluğun ismi Mu İmparatorluğuymuş. Ra-Mu'nun altında yer alan ve hem bilim adamı ve hem de rahip olan yöneticilere Naacaller Rahipleri denirmiş. İşte  bir önceki yazı da James Churchward'un bulmuş olduğu tabletler bu rahip sınıfının tabletleri olmakta. Mu dini belki de insanlığın ilk tek tanrılı dini imiş. Naacaller bu dini sıradan insanlara anlatırken, anlaşılması daha kolay olan semboller dilini kullanmayı tercih ediyorlarmış.

İlahi varlığın sembolü Göksel Baba imiş. Mu dininde İlahi varlığın sembolü – İlahi varlığın tekliğini ve birliğini topluma daha kolay anlatabilmek adına – Güneş'miş. Yani Güneş aslında doğrudan Tanrı değil yalnızca bir sembolmüş.

Mu dininin 4 temel kavramı varmış:
·   Tanrı tektir. Her şey ondan var olmuştur ve ona dönecektir
·   Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Beden ölür ve ayrışırken ruh ölmez
·   Ruh, mükemmelliğe ulaşmak için değişik bedenlerde yeniden doğar
·   Mükemmelliğe ulaşan ruh, Tanrı’ya döner ve onunla birleşir

Tabletlerdeki bilgi şöyle devam eder: “Tanrı sevginin kendisidir ve tüm evreni de sevgi üzerine kurmuştur. Ancak bu evrensel sevgiyi kavrayabilecek vasıfta olan ruhlar, ona geri dönebilecek yeterliliktedir.”

Tüm evrende görülenlerin aslında bir ve aynı şey olduğu varlığın birliği prensibi vardı. Bunu daire ve güneş ile ifade ediyorlarmış. İleride daha ayrıntılı anlatacağım ama bizim dönemimizde ortaya çıkan dinlerde bu mesele tek tanrı inancı ile şifrelendirilmiştir. Daire, birliği ve bütünselliği ifade eden başı sonu olmayan sonsuz varoluşun bir başka deyişle varlığın birliğinin sembolüymüş. Dairenin içi Tanrı'yı dışı ise Tanrı'nın yansımaları yani varoluşun küreselliğini gösterirmiş. Güneş de bu dairenin görünen en güzel sembolüymüş, çünkü dünyada yaşamın birincil kaynağını oluşturmaktaydı, periyodik doğal afetlerin de birincil sorumlusuydu. Böylelikle varoluşu meydana getiren pozitif ve negatif enerjiler gibi, hem pozitif ve hem de negatif güçleri bünyesinde toplamaktaydı.

O dönemlerde bir dizi sembol varmış ama bu semboller bilgilerin üzerini örtmek için değil, meseleyi en kısa yoldan anlatmak için kullanılıyormuş. Yani sembolün ifade ettiği anlam herkesçe biliniyormuş. Ancak uygarlığın çeşitli nedenlerle yok olması sonrası, zaman içinde bu sembollerin kendileri putlaşmış ve çok tanrılı dinlerin doğmasına sebep olmuştur.

Miş'li Geçmiş zamanın sona ermesini ve Di'li geçmiş zamanın başlama nedenini bazıları Tufan’a bağlamakta bazıları ise o dönemlerde yaşanan nükleer bir savaşa. Nedeni ne olursa olsun, Mu İmparatorluğu ve kıtası yok olunca, ona bağlı koloniler vasıtasıyla yeni uygarlıklar ve dini öğretiler ortaya çıkmaya başladılar.

Burada önemli olan birkaç kavim var: Bunlar birincisi Mu'nun Hindistanda'ki kolu olan Nagalardır. Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları Nagalar ve Nagalar'ın devamı niteliğindeki Luviler sayesinde kurulmuştur. Bu kavimlere bir ilave daha yapmak gerekecek ki tarihsel yolculuğumuza başlayabilelim. Saabilik, kökü Mu'ya dayanan Babil okulu öğretisinin halka mal olmuş şekliydi. Hititlilerin yönetimi sırasında Luvi inancı ile Babil öğretisi ile karışarak Saabi kültünü yaratmıştır.

Gelin önce Museviliği ele alalım. İbrahim Peygamber bir Saabi din adamıydı. Mısırlıların Haribu adını verdikleri Saabiler daha sonra Hebrew (İbrani) olarak adlandırılmışlardır ve Tek tanrı inancını sürdürmekte idiler. Musa Peygamber de sanıldığı üzere İsrailoğullarından değil, Firavun 2.Ramses'in öz yeğenidir. Tek tanrı inancını Osiris din adamlarından (Osiris dini yine kökeni Mu dinine dayanan bir dindir) öğrenmiştir. Tek tanrı inancını Mısır halkına kabul ettiremeyeceğini gören Musa Peygamber, Yusuf Peygamber'in Mısır'da yaşayan akrabalarına, o sıralarda tuğlacılık ve taşçılık işleriyle uğraşan İbranilere yöneldi. Musa Peygamber, Saabi inancı ile Osiris öğretisini (Naga öğretisi ile aynı köke bağlı bir öğreti) birleştirerek 10 Emir adı altında kendi öğretisinin temellerini Sina dağında attı.

Musa Peygamber tabletleri, Osiris mabedinde öğrenmiş olduğu Hiyeroglif dilin, kullanarak yazdı ama yazılanlar Naga metinlerinin kopyasıydı tabi bazı farklılıklarla: Naga metinlerinde ölüm sonrası ruhun hesap vermesi esnasında ruha fiziksel yaşamı ile ilgili sorulan  42 soru vardı. Musa Peygamber 42 soruyu önce 10 emire indirdi sonra da halkın anlayabileceği basitliğe getirdi. Yani Musa Peygamber’in en büyük farkı bu emirleri ölülere değil hayattakilere uygulanmasını sağlamış olmasıdır.
Musa Peygamber'in kullandığı bu dili İbranilerin birçoğu bilmemekteydi. Musevi dininde dikkat edilmesi gereken yerde burasıdır zira anlatımda ve yazımda muazzam bir kısalık ve kolaylık getiren bu dilin gerçek anlamını sadece Musa Peygamber'in yandaşları arasında olan ve sayıları oldukça az olan özel seçilmiş kişiler bilebilirdi.

Musa öğretisinin yozlaşmaması ve sembollerin gerçek anlamlarının yok olup gitmemesi için eski bir yöntem kullandı. Müritleri arasında en uygun gördüğü 70 kişiyi seçti ve onları inisiye etti. Zaman içerisinde eğitimlerini tamamladı ve sırların gerçek anlamlarını öğretti. Onlara İbrani dilinde kabul edilmişler anlamında Kabbalacılar ismini verdi. Bugün hala – belki de Madonna sayesinde- çok popüler olarak bu öğreti devam etmektedir.

Ne olduysa Musa Peygamber'den 800 yıl sonra sonra oldu. İsrailoğulları Babil’e sürgün edildiler ve bu zorunlu göç sırasında Tevrat'ı yeniden yazmaya karar verdiler. Yahudi din adamlarının başı Ezra, Babil’de bulunduğu sürede kullanılan Naga dilini öğrenmiş ancak Mısır’ın hiyeroglif yazılımının gerçek anlamını çözememişti. Tevrat’ın yazımı sırasında da bu nedenle birçok hata yapmış ve Tevrat'a da böyle geçirmiştir.

Bunun neticesinde birlik ortadan kalkmış; yaratan ve yaratılanın olduğu bir ikili sistem üzerine din oturtulmuştur. O güne kadar Tanrı'nın birliğini savunan Tek tanrılı inanç temellerinden değişmiş ve amaç, İnsanların Tanrı'ya ulaşma çabasından birer kul olan yaratılmışların, ödül olarak cennete gidebilmelerine dönüşmüştür.

Kökü daha önceden varolan bir öğretiye dayanan, siyasi ve Tek tanrı inancının sürdürülebilmesi adına ortaya çıkan ve günümüzün etkin semavi dinlerinden bir tanesi olan Musevilik hakkında öğrendiklerim beni şaşırtmıştı. Bir sonraki yazımda Hristiyanlık ve İslam hakkında da ilginç bazı noktaları sizlerle paylaşacağım.


Thomas Hobbes'ın dediği gibi Homo Homini Lupus (İnsan insanın kurdudur). Sebep aslında ne inanılan din, ne de seçilen yol. Sebep insanın kendisi...




Fethedilecek ilk ülke insanın kendisidir - 1