Bu Blogda Ara

26 Kasım 2010 Cuma

Alain de Botton & Proust ikilisi ile Yaşama Sanatı – Bilgeliğe giden yol

 Alain de Botton’un Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir? adlı kitabını okumaya devam ediyorum ve itiraf etmem gerekir ki büyük keyif alıyorum. Sizlerle kitapta yine ilgimi çeken başka bir noktayı paylaşmak istiyorum. Proust’a göre bir sorunla karşılaşıncaya, bir olay umduğumuzdan farklı gelişinceye kadar, hiçbir şeyi doğru düzgün öğrenmiş sayılmıyoruz.

“ ...Yalnızca hastalık bile, hasta olmadığımız zaman asla farkına varamayacağımız süreçlerin farkına varmamızı, bu süreçlerin ne olduklarını öğrenmemizi sağlar. Her gece doğruca yatağına koşan, uyanıp tekrar ayağa kalkana kadar yaşamdan kopan bir adam, bırakın uyku üzerine büyük keşifler yapmayı, uyku ile ilgili küçücük bir gözlemde bulunmayı bile aklından geçirmeyecektir. Aslında o, uyuduğunun da farkında değildir. Ama birazcık uykusuzluk, uykunun değerini anlamamız açısından yararlı olacak, karanlığımıza ışık tutacaktır. Çok güçlü bir bellek, belleğin işleyişini incelemek için en iyi araç değildir...”

Proust’un düşüncesine göre, merakımızın tam olarak uyanması için bir rahatsızlık duyuyor olmamız gerekiyor. Zihinsel etkinlikleri de ikiye ayırmakta: Acı vermeyen düşünceler ki herhangi bir rahatsızlıktan doğmazlar; burada gerçek bir merak değil, insanların nasıl uyuduğunu ya da niçin unuttuğunu öğrenmek için duyulan bir istek söz konusudur ve Acı veren düşünceler. Bu düşüncelerde ise uyuyamayan ya da bir adı hatırlamakta zorlanan kişinin rahatsızlığı sonucunda ortaya çıkarlar ve yine Proust’a göre bu düşüncelerin çok daha ayrıcalıklı bir yeri vardır. Hayatın kendisi sayesinde acı çekilerek varılan bilgeliğin bir öğretmen sayesinde acı çekilmeden varılan bilgelikten üstün olduğuna da inanmaktadır.

“... Mutluluk beden için iyidir ama zihnin gücünü arttıran şey kederdir...” Yani aslında ifade etmeye çalıştığı şey özetle kederlerin, mutlu olmadığımız zamanlarda yapmaktan kaçındığımız zihinsel çalışmaları yaptırdıklarıdır bizlere.

 “...Gereksinim duyduğumuz ve bize acı çektiren kadın, ilgi duyduğumuz bir dahinin yapabileceğinden çok daha derin ve hayati duygularımızı su yüzüne çıkartabilir...”

Aslında herşey normal giderken bazı şeyleri görmezden gelmemiz bana çok da ters gelmiyor. Araba düzgün çalışıyorsa, işleyişini öğrenmemize ne gerek var ki günlük koşuşturmacaya ek olarak. Sadakat varsa ihanet dinamiklerini öğrenmenin faydası ne olacaktır ki? Ancak madalyonun öbür yüzü de hayatın içinde var tabi ki. Kederle ya da kabullenilmesi zor bir durumla karşılaştığımızda başımızı yorganın altına gömüp bir güzel ağlarız. Keder konusunda son derece deneyimli olan Proust bunu en iyi bilenlerdendi:

Yaşama sanatı, bize acı çektiren insanlardan yararlanmaktır.”       

Bu yaşama sanatı neleri içine alıyordu? Bir Proust taraftarı için en önemli iş, gerçekliğin daha iyi kavranmasıdır. Sevgilimizin bizi niye terkettiğini, bir davet listesinde niçin yer almadığımızı, geceleri neden uyuyamadığımızı, ilkbaharlarda polenlerle dolu kırlarda neden yürüyüş yapamadığımızı anlayamayız bir türlü. Bu rahatsızlıkların nedenlerini bulmak, acı çekmemizi tümüyle önlemez ama iyileşmemiz için temel oluşturabilir. Böyle bir anlayış, bu sorunlarla boğuşan tek kişinin yalnızca biz olmadığımız gerçeğini de gösterir bizlere.

“Kederler, düşüncelere dönüştükleri anda bize acı çektirme güçlerini yitirirler.”

Ancak, genellikle çekilen acılar düşüncelere dönüşmez, varolan gerçek dünyayı anlamak yerine bizi daha kötü bir yöne iterler. Bu yeni yön bize yeni birşey öğretmez bilakis hayati düşüncelerden iyice uzaklaşırız. Proust’un romanı acı çekme konusunda başarısız insanlarla doludur. Aşkta ihanete uğradıkları, partilere davet edilmedikleri için kan ağlayan, toplum tarafından aşağılanan ya da entelektüel yetersizlikleri yüzünden acı çeken ama bu acılardan hiçbir şey öğrenmeyen bu kişiler, böylesi durumlara kibir, zalimlik, umursamazlık, kin ve öfke ile tepki verirler. Aslında bu savunma mekanizmaları kendilerini yıkıma daha da yaklaştırmaktadır.

Bilgeliği keşfetme ve huzurlu bir hayat sürme anahtarı aslında bizlere şifrelenip öksürükler, alerjiler, topluluk içinde yapılan gaflar, aldatılmalar... vb biçiminde sunulmakta. Suçu yemeklere, insanlara, zamana, hava durumuna atmak bize ancak zaman kaybettirecektir.

10 Kasım 2010 tarihli Ben kendi kaderimin efendisi ve kendi ruhumun kaptanıyım yazımda belirtmiş olduğum bazı noktaları da tekrarlamak isterim.      

“ ... Ben içsel yolculuklarım için dibe vurmayı beklemiyorum. Zorunda kalarak bir savunma psikozu ile değil ama bilinçli bir seçim bir tercih olarak bu yolculukları gerçekleştirmeğe çalışıyorum. Ulaşılacak yer, ya da hedef de önemli değil benim için, yolculuğun zaten kendisi yeterince heyecan verici. Amaç ise aslında belli. Mümkün olduğu kadar egolardan kurtulabilmek ve böylelikle de korkularımızdan. Derinliklerde sakladığımız ve sevgiyi engel olan korkularımızdan. Bir nevi yapılan yolculuk korkularımızın sevgiye dönüştüğü bir sistem. Anahtar kelime ise bu dönüşümde affetmek. Kendimizi ve geçmişimizi affetmek. Derinlere itmiş olduğumuz, sanki hiç yokmuşlar gibi yaşamaya devam ettiğimiz ve içinde öfke ve kin barındıran tüm olayları, tüm yaşanmışlıkları sevgiye dönüştürebilmek için affetmek.

Her defasında “Neden ben” yerine “Ne öğrenebilirimi” sorabilmek kendimize. Sübjektiflikten bir parça yukarı yükselmek ve resmin bütününü görebilmek, bize öğrettiklerini yakalayabilmek ve her defasında itilmiş, unutulmaya çalışmış bir korku ile yüzleşebilmek.

Suçlama, beğenilme isteği, aldatılma, aldatma, parasızlık, aşağılanma, yalnız kalma... Korkuların nedenini bulma yerine bunları yok sayma ve suçu hep başkalarında arama, bu korkuları hep üzerimize çekmekte. Evren bu korkuların çok daha ağırlarını yaşatmakta bizlere her defasında. Ne ekersen onu biçersindir bu gerçek. Ya da başka bir ifade ile hayatı nasıl yaşarsan, hayat da sana onu verir gerçeğidir

Alain de Botton & Proust ikilisi yapmaya başladığım içsel yolculuğumda bana destek veren kuvvetli birer rüzgar oldular. Dilerim sonu olmayan bu eğlenceli ve keyifli yolculukta daha niceleri ile tanışabilir ve sizlerle paylaşabilirim. 

24 Kasım 2010 Çarşamba

Kiminle tanışıp sohbet etmek isterdiniz?

Valentin Louis Georges Eugène Marcel Proust . Fransız romancı, deneme yazarı ve eleştirmen. En tanınmış eseri 1913-1927 yılları arasında yayınlanmış, 20. yüzyılın en büyük eserlerinden biri olarak kabul edilen 7 ciltlik À la recherche du temps perdu (Kayıp Zamanın İzinde). Eserinde aristokrasinin çöküşü ve orta sınıfın yükselişi dönemine denk gelen Üçüncü Cumhuriyetçiler yönetimi altında gerçekleşen büyük toplumsal değişimleri konu alır.

Kurgunun merkezinde, 4000 sayfa boyunca adı ancak bir ya da iki kere geçen Marcel adlı başkahraman yer alıyor. Bir yazar olmak istiyor, ancak hayatının "belleğini" bulmakta güçlük çektiğinden bir türlü oturup yazamıyor. Yazarlık serüveni yedi cilt boyunca sürüyor. Bir noktada yazma işinden büsbütün vazgeçmeye karar veriyor. Eserin sonlarına doğru "belleğini" kazara buluyor ve yazmaya başlayabiliyor. Ancak bu da düşündüğü kadar hoş bir şey olmuyor. "Gerçek cennetler, unuttuklarımızdır" diyor.

Babası Achille Adrien Proust, Avrupa ve Asya'da koleranın nedenlerini ve yayılmasını araştırmakla görevli bir patolog ve epidemiyoloji uzmanı. Oğlundan çok daha fazla kitap yazmış başarılı ve zengin bir doktor. Annesi Jeanne Clémence Weil, Alsace'li zengin ve yüksek kültürlü bir Yahudi ailenin kızı.

Hastalık ve korkularla dolu geçen bir hayat, astım hastalığı, beslenme ve sindirim problemleri, takıntılar, cilt duyarlılıkları, sürekli üşümeler, yükseklik, fare ve diğer fobileri, öksürükleri, sürekli yatakta zaman geçirmesi ve diğer hastalıkları. Tüm bunlara çevresindekilerin inanmaması ve onun hastalık hastası olduğunu düşünmeleri ve tüm ömrü boyunca devam eden sağlıksız aile ilişkileri. Yıllarca sürecek bir hastalık izni ile sözde kütüphaneci bir eşcinsel. Eşcinsellik temasını eserlerinde açıkça ve uzun uzadıya işleyen ilk Avrupalı romancı.

Son üç yılını büyük ölçüde yatak odasında geçiren bir milyoner, bir mirasyedi. Gündüzleri uyur, geceleri romanını tamamlamak için çalışırdı. 1922 yılında zatürreye yakalanıp, akciğer apsesinden öldü. Yaşarken edebiyat dünyasının yarısı onu çok parlak bir yazar, diğer yarısı da okunamayacak kadar ağır bulmakta idi.

“ ... Okuma süreci içinde her okuyucu aslında kendini okur. Yazarın ürettiği yapıt bir optik araç görevi görür yalnızca. Böylece okuyucu, o kitabı okumadan belki de asla farkına varamayacağı şeyler keşfeder kendi içinde. Okuyucunun, okuduğu kitap sayesinde kendi kendinin bilincine varması, kitabın gerçekliğinin bir kanıtıdır” saptaması bugün yazacağım konunun da nedeni oldu aslında.

İnsanlar şu anda yapmakta olduğum paylaşımlara girdiklerinde (blog, twitter ...) algıları oldukça açık olmaya başlıyor. Okudukları, dinledikleri, gördükleri her şeyden bir şeyler çıkarmaya ve bunları paylaşmaya başlıyorlar. En azından ben de süreç bu şekilde gelişti.

Dün akşam Alain de Botton’un Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir adlı kitabını okuyordum, eşim ise Yetenek Sizsiniz adlı yarışma programını seyrediyordu bir yandan çekirdek çitleterekten. Bu arada onun kadar hızlı çekirdek çitleten bir insan olabileceğine inanmıyorum, hani belki annesi onunla yarışabilir ama hepsi o kadar. Evde bazen ender de olsa toplu olarak film seyrederken en büyük kabusum onların birlikte çekirdeklerini çitlemeleri oluyor. Sabit frekans aralıklı olarak gürültü çıkarmaya, büyük bir keyifle devam etmeleri, ne film seyretme zevki bırakıyor ne de sinir. Derken birden “Eğer bir şansım olsaydı Türkiye’den Beyazıt Öztürk ve Süreyya Ciliv ile yurt dışından ise Steve Jobs, Alain de Botton ve Seth Godin ile tanışmak ve onlarla sohbet edip, tanımak isterdim” dedi.

Seth Godin
Ben de sahip olduğum yüksek nezaketten kitaptan kafamı kaldırdım ve “hayırlısı, umarım bir gün olur” dedim. Normalde konuşmamızın bununla sonlanacağını ve benim kitabıma geri döneceğimi sanıyordum ki “ya sen” sorusu ile yanıldığımı anladım. Kafamı kitaptan bir süre kaldıramadım. Hayır sıkıldığım konu kitabımı okuyamıyor olmam değildi çünkü buna zaten alışığım ben, sevdiğim, keyif aldığım işlerle uğraşırken bölünmelerim beni artık kızdırmamakta, bu konuda bağışıklığım oluşmuş durumdadır. Beni sıkan konu bunun çok ötesinde idi. Cevabım yoktu. Ne yurt içinden ne de yurt dışından tanışmak istediğim, tanımak istediğim, konuşmak istediğim kimse yoktu. Sanki şartmış gibi sorulan bu soru canımı sıkmıştı. Eşim kitap okumaya devam etmek istediğim için bu şekilde bir cevap verdiğimi sandı ve yarışmaya seyretmeye devam etti. Bense gözlerim kitapta öyle kalakalmıştım. Neden ben kimseyle tanışmak istemiyordum?Ölüme mesela yakın olsaydım (ki uzaklığını veya yakınlığını asla bilemeyiz) hayat biliyorum kesinlikle gözüme harikulade görünüyor olacaktı. Düşünün ki kendi yaşamımız bizden neleri esirgiyor; projeler, yolculuklar, aşk ilişkileri, yapacağımız çalışmalar, hepsi gelecek günlerden emin olmanın verdiği tembellikle bulanıklaşıyor ve sürekli erteleniyor. Ama bunları asla  yapamayacak olsak, herşey ne kadar da güzel olurdu! Kayıtsızlıklarımız arzularımızı öldürmekte demiş Proust. İnsanın yalan da değil diyesi geliyor. Aslında bugünleri sevmek için, felaket ya da ölüm haberlerini beklememeliyiz. Bize sonu yokmuş gibi gelen, bunun için de tad almaz olduğumuz şey aslında hayatın kendisi değil, gündelik seçmiş olduğumuz yaşamımız aslında. Ölümsüzlüğümüzden o kadar eminiz ki denemediğimiz, seçmediğimiz yaşam seçeneklerinin bizleri beklediğinin farkına bile varamıyoruz.

Konu aslında nankör olma, elindekinin kıymetini bilememe de değil. Yoksa ben sürekli Tanrı’ya teşekkürlerimi sunan ve sahip olduklarımın kıymetini bilen bir insanım. Peki ama neden ben kimseyle tanışmak istemiyordum? Cevabı aslında basitti. Ben ne zamandır robot gibi yaşamaya kendimi alıştırmıştım ve dışına çıkmaya korkuyordum. Çılgın hafta sonu kaçamakları, uykusuz işe gitmenin verdiği garip zindelik, düşünmeden atılan adımlar, sonu gelmeyen sabahlamalar, hepsi benim için çok gerilerde kalmıştı. Sabah aynı saatte kalkan (ya da kalkmak zorunda kalan) ve uykusunu almak için erken yatan, arada işine gidip yemek yiyen birisiydim ve yalnızca oğlumla ve eşimle ilgilenip, kitap okumak nicedir yeterli gelmekteydi. Ama hata yapıyorduk aslında, eşim de ben de. Hayat aldığın nefeslerin sayısı ile değil, seni nefessiz bırakan olayların sayısı ile ölçülmelidir derler ya sanırım ben bunu unutmuştum.

Kiminle tanışmak istediğimi hala bilmiyorum ama bildiğim bir şey var o da  son zamanlarda robot gibi yaşasam da robot olmadığım. Bunu kırmanın bir yolunu bulacağım ve böylelikle çok daha mutlu çok daha huzurlu ve çok daha barışık bir hayat yaşayacağım.

Sahi bu arada siz kiminle tanışıp sohbet etmek isterdiniz?


21 Kasım 2010 Pazar

Küçük miniminnacık ufacık küçücük balığın hikayesi...

Bir önceki yazımda da belirttiğim üzere üç kişilik koltukta kısa bir süre zaman geçirdikten sonra kalktım, hızla giyinip, oğlum ve bisikleti ile beraber dışarı çıktık. Biraz eğlendikten ve bolca güldükten sonra eşimde aramıza katıldı ve boğaza indik. Kuzenlerle kahvaltı programımız vardı. Biz genelde Emirgan Mehtap'ı tercih ederiz ama bu sefer kuzenin özel isteği üzerine Şütiş'e gittik. Bundan sonraki tercihim gerek servisi ve gerekse daha az kalabalık olması bakımından yine Mehtap olacak. Şütiş'in vale servisini de beğenmediğimi özellikle belirtmeliyim.

Ben oğlum konusunda evdeki zincirin yumuşak halkasıyım. Oğlumun her istediğini yapan kişi olduğumdan, benimle beraberken uykusunu bile az uyur. Bakıcı ablası ile 2-3 saat kadar uyuyan yakışıklım benim olduğum günlerde 1 saat bile uyumaz. Oğlum benim aksime daha şimdiden kararlı olduğunu fazlasıyla ispatlamış bir kişidir. Normalde bizle yemek de fazla yememekte. Ablası ile her yemeği sonuna kadar yerken bizimle beraberken köfte, pilav ve kaşarlı pide dışında yemek yediği görülmemiştir. Ama aç olduğunda bunu gayet güzel anlatır.

Zincirin yumuşak halkası olmak bir anda kendimi içinde bulduğum bir durum oldu. Bu durum aslında beni çok memnun etmemekte ama kendime engel de olamamaktayım. Eşim sen bu gidişle okul ödevlerini de yaparsın bile diyebilmekte son günlerde. Şımarttığım kesin ama yavaş yavaş bu rolümümden vazgeçeceğim çünkü istemeyerek de olsa ona zarar verdiğimin farkındayım. “Cehenneme giden yollar iyi niyet taşları ile döşenmiştir.” sözü boşa denmemiştir. Bunu nasıl yapacağımı bilemiyorum. Otorite demek bana göre tutarlı olmak daha doğrusu tutarlılığı asla kaybetmemek demek. Ben mesela sevgimi gösterme konusunda kesinlikle otoriterim, sürekli tutarlı bir şekilde onu sevdiğimi belli etmeye çalışıyorum. Buna karşılık yukarıda söylediklerim dışında yemek yedirmeyi ya da 2-3 saat uyumasını nasıl sağlarım şu an için bilemiyorum.

Az uyuduğu zaman akşama doğru oldukça huysuzlaşabiliyor ama elinden tutup onu yatırmamı veya öncesinde masal anlatmamı bile isteyebiliyor. Ben sanırım oğluma güvenmeyi sürdüreceğim ve istemediği şeyleri yapmamaya devam edeceğim. Bence kendi isteklerini yapması, onun aslında kazandığı küçük zaferleri ve özgüvenini sevgi ortamı olmak şartıyla bu zaferlerin oluşturacağına inanıyorum. Umarım doğru bir düşünce tarzıdır.

O akşamın sonunda da beni elimden tutup, ona masal anlatmamı istedi. Hatta hangi masalı istediğini bile anlatmaya çalıştı (ve ben tabi ki hemen anladım). Akıntıya kapılan ve hiç tanımadığı yerlere sürüklenen küçük miniminnacık ufacık küçücük balığın hikayesini anlattım; sırasıyla ellerinde pazar torbalarıyla İstavrit Teyzeden, su topu oynayan Lüfer Abilerden, emekli memur Palamut Amcadan ve büyük bahçesi ve büyük bir evi olan Orkinos Dededen yardım isteyen ve sonunda anne ve babasının onu bulup kucaklamasıyla sona eren en favori masalı.

O kadar masum, o kadar huzurlu, kadar mutlu ve bir o kadar tatlı uyuyordu ki doğru yolda olduğumu hissedebiliyordum, üzerini örtüm ve ilk bebeğimin, eşimin, yanına gittim.

19 Kasım 2010 Cuma

Siz hiç sabahın 3:00'ünde Caillou seyrettiniz mi?

Bir önceki sabah şehir dışında bir işim olduğu için sabah saat 5:30 gibi kalkmak zorunda kaldım. Acınası bir durum olması bakımından aslında anlatmıyorum zira uykusuz olma hali benim için oldukça normal bir durum. Kabullendiğim, çok sorgulamadığım ve iyi olduğuna inandığım bir durum.

Siz hiç sabahın (ya da gecenin belki demek daha doğru olur) 3:00'ünde Caillou seyrettiniz mi? Ben seyrettim. Üstelik yasak olduğunu bile bile. Üstelik yakalanma riskini göze alarak, çaresizlikten. Ben oğlumun kahramanı olarak bunu yapmalıydım, yaptım ve pişman da değilim. Kayahan'ın şarkısındaki gibi gece 3-5 nöbetlerini çok yaşayan bir insan olarak 5:30'da kalkmayı ben çok da önemsemem. Kafein ile günlük hizmetlerime devam ederek eşimin en az yorulmasını hedefleyen bir kişiyim ben öncelikle. Önemli olan ne kadar uykusuz olduğum değil ne kadar az kafein aldığımdır her zaman. Bütün bir günü bir hayli yorularak geçirdikten sonra dün saat 20:00 gibi eve geldim.

Eşimin ailesi geçen yazımdan da hatırlayacağınız üzere bizimle beraber olduklarından aklım çok da fazla evde değildi ama oğlumu bir hayli özlemiştim. Bir saat kadar beraber zaman geçirip her türlü yaramazlıkları yaptıktan sonra bizimkisi uyuyakaldı. Uykusuzluktan ölüyor olmama rağmen eşimle de zaman geçirmem gerektiğine inandığımdan ve tabi ki özlediğimden ve hazır ailesinin de burada olmasından yararlanmak adına beraber dışarı çıkmaya ve dolaşmaya karar verdik demek isterdim ama eşimin kararı sonrasında dışarı çıktık. Biraz hava aldık, bir yerlerde birşeyler içip eve döndük. Artık herhalde yatarım hevesi içersindeyken kendimi Yok böyle dans diye bir programı seyrederken buldum. Benim için gerçekten de yoktular ama seyretmeye devam ettim. Neyse bir anlık dalgınlıktan ki suçlu ben değilim kafein seviyemde azalma olmuş olmalı ben uyuyakaldım – aslını isterseniz bayıldım.

Ailesi burada, bir önceki gün bütün bir gün yorulmuşum, kaç saat araba içersinde zaman geçirmişim, akşamına dışarı çıkmış ve dahası sonrasında televizyon seyretmişim, artık ertesi gün bol bol uyurum diye düşünür değil mi insan? Ben de safhane bayılmadan hemen önce bunları düşünüyordum ama yanılmışım. Hem de çok yanılmışım.

Günüm saat 6:15 gibi başladı. Bir çocuk ve ona bakacak evde 3 yetişkin varken, oğlumu başımda gözlerimi açmaya çalışırken buldum. Gözlerimi evet açamıyordum ama aslında onun daha ilk sesi uyanmıştım. Boş bir ümitle nasılsa ilgilenirler diye düşünüyordum. İlgilenmediler. Oğlumun elinde terliklerim vardı. Bu onun en kibar şekilde kalk demesiydi. Arka fonda seni çok özlemiş ama hadi kalk gizli emri vardı eşimin ağzından çıkan. Kalktım tabi ki ve salona kadar ancak gittim ve kendimi koltuğa bıraktım. Kalkmış olmam herkes için yeterli olmuştu. Salonda, yalnız, koltukta kalakalmıştım, uykusuz, yorgun, ve kafeinsiz olarak. O sırada eşim geldi ve neden iki kişilik koltuğa uzandığımı ve neden üç kişiliğe yatmadığımın hesabını sordu. Cevap verecektim ki önümdeki uzun ve yorgun günü düşünüp sustum ve yer değiştirdim.

16 Kasım 2010 Salı

Hayallerimiz tadında bir bayram

Geçen akşam Ye Dua Et Sev adlı bir film seyrettik. Bizim pek öyle film seyretmeye lüksümüz olmaz ama oğlumuz tüm gün uyumadığından erken yatmaya karar vermiş bizde bundan yararlanmaya. Film Elizabeth Gilbert’ın anı kitabı “Eat Pray Love/Ye Dua Et Sev” den uyarlanmış bir filmdi. Kitap 2006 yılında, yayımlanır yayımlanmaz büyük ses getirmiş ve tam 40 dile çevrilmiş, 10 milyondan fazla satmış. Başrolünde ise kitabın da en büyük hayranlarından Julia Roberts yer almakta idi. Güzel yıldız yaşlanmış. My Best Friend's Wedding ya da Pretty Woman'da ki şirin, sempatik, tatlı genç kız gitmiş yerine orta yaşlı alımlı ve güzel bir kadın gelmiş. Buna aslında şaşırmamak gerek, Özel Bir Kadın'dan bu yana dile kolay tam 20 sene geçmiş. Ekranda orta yaşlı kadınla karşılamak beni oldukça etkiledi zira bana geçen zamanı hatırlattı. Öyle ya zaman yalnızca onun için değil benim için de geçmekte idi. Günlük hayatın hızlı koşuşturmacası içersinde insan zamanın nasıl geçtiğini pek anlamıyor. Geçen akşam olduğu gibi bazen seyrettiği bir filmdeki yıldızdaki değişimi fark ettiğinde anlayabiliyor zamanın nasıl da hızlı geçtiğini.

Kötü biten bir evlilik sonrasında yürünmeyen bir ilişki ve kendini bulmak, hayatın dengesini keşfetmek için yapılan 3 seyahat. Filmin odaklandığı ve yolculuklara sebep olan başarısız ilişkiler ve bunun Liz'deki sebep olduğu travmalar o kadar hızlı anlatılmış ki (ilk 5-10 dakika sonunda ilk yolculuğuna çıkmıştı bile) bence filmin kitaba göre (okumadım ama eminim ki bu can alıcı ve filme hayat veren bölüm bu kadar hızlı geçmemiştir) yetersiz yanıydı.

Yemek için gidilen İtalya, dua etmekten başka zaten yapacak bir şey olmayan Hindistan ve sevmek için gidilen egzotik bir cennet Bali (Endonezya). Eski Türk fimleri tadında da bir son.

Filmin üçte biri İtalya'da geçiyordu ve yalnızca bu bile filmi beğenmem için yeterliydi. İstanbul dışında yaşayabileceğim hatta yaşamak istediğim tek bir ülke var o da İtalya'dır. Arya ve operalar, pizza, amaretto'lu espresso, limoncello, karafta kırmızı şarap, Venedik, Floransa, Aşıklar çeşmesi, İspanyol merdivenleri, Verdi, Vivaldi, uzun ve neşeli yemek masaları, yüksek sesli sohbetler, kahkahalar, yavaş ve bir o kadar keyifli hayat, mahalle baskısız din motifli bir düşünce yapısı bu ülkeyi sevmemi sağlayan unsurlardan yalnızca bir kaçı. İtalya bölümü filmde oldukça güzeldi.

Diğer beğendiğim bir nokta da kendisi için, hayalleri için, dengesi için yapılan seyahat kararlarıydı. İnsan hayallerinin peşinden mutlak surette koşmalı. Hayata tutunmanın belki de yeter şartı. Başımızı kaldırmalı ve hayallerimizi tanımlamalı ve sonrasında da hayata geçirebilmeliyiz. Ben bugüne kadar hep kolay yolu seçmiş ve yapamadığım ya da problematik her bir olayda başkasını suçlamış bir insanım. Özellikle eşim bundan nasibini oldukça almıştır. Oysa ki her insan hayatından, eylemlerden, düşüncelerinden sorumludur. Verdiği kararlar, tercihler kişinin hep kendi sorumluluğundadır. Hayallerimize ulaşmak yalnız bizi ilgilendirir, yalnız bizim sorumluluğumuzdadır, bir başkasının değil. Yapamadık diye, ulaşamadık diye illa biri suçlanacak ise bu kendimiz olmalı. Ben de bu sıralar bu fikirsel dönüşüm için yoğun çaba harcıyorum. Yılların alışkanlığı ve tersi çok kolay uygulanabiliyor olmasında da oldukça zorlanıyorum ama başaracağım, biliyorum çünkü bir kere karar verdim.

Hayalleriniz tadında bir bayram geçirmeniz dileklerimle ...

12 Kasım 2010 Cuma

Gerçek şarapta, sağlık suda ...


8000 yıl! Günümüze kadar ulaşabilselerdi, ilk şarapların yaşı bu olacakmış. İşte böylesine eski , böylesine kadim bir dostluğu var insan ile şarabın. Tarihi dile kolay 8000 yıl öncesine dayanan şarap, insanların sevinçlerine, hüzünlerine, sofralarına karışıp günümüze kadar gelmiş, kendisine apayrı bir kültür yaratmış. O kadar ki şarap adeta bir tutkuya dönüşmüş özel günlerimizde, sevdiklerimizle paylaşacağımız yemeklerde, sanatın tüm dallarında, efsanelerde, tarihi güzelliklerde görebilir olmuşuz. Benim kendisini gördüğüm yer ise genelde hatta sürekli ve yalnızca yemek masasının üzeri olmakta. Geçen akşamda bu kadim dostla beraberdik. Üstelik yalnızda değildik. Bir süredir eşimin anne ve babası da bizimle beraberler ve ne yalan söyliyeyim onların bizimle olması eşimden daha çok beni mutlu etmekte. Nasıl mı şöyle...

Benim uykum çok hafiftir. O kadar ki hani saati kurarsınız ve saat çalmadan hemen öncesinde tık diye bir ses çıkarıp çalmaya başlar ya, işte ben o tık ile uyanıp çalmadan saati kapatabilenlerdenim. Eşim ise yanında davul çalsa duymayanlardan ya da duysa bile aman bana mı çalıyor diye düşünüp tekrar hemen uykuya dalanlardan  ve   oğlumuzda  gece uykularını sevmeyenlerden. Bu üç durum yanyana gelince oğlumun seslenmelerinde onun hemen yanına giden doğal olarak hep ben olmaktayım. Gecenin bir yarısı kalkıp salonda oyun oynadığımız ya da çaresizce tekrar uyuması için türlü şarkılar söylediğim ve masallar anlattığım artık sıradan, olağan karşılanan bir olaydır bizim evde.  Ama artık abartmış durumdayım; yatağında dönmesini bile duyup uyanabiliyor ve olası seslenmesini bekliyorum. Böylelikle eşim daha huzurlu ve daha sessiz bir gece geçirebiliyor. Kendisinin olaylara katılımı daha çok sabahları sorduğu akşam hiç uyandı mı sözünden ileri gidememekte. Sabah ise eşimin mesaisi daha erken başladığından bakıcı ablamız gelene kadar çocukla ilgilenmem de devam etmekte. Bu oldukça adil düzenin ne kadar da mantıklı ve uygulanabilir olduğunu eşim bana güzelce anlatmış olsa da ben zaman zaman kendi kendime ve sesssiz olarak sorgulamaya devam etmekteyim.

Eşimin ve oğlumun beklentilerini karşılayabilmek için alkol derecesi yüksek içkilere de ara verip “gerçek şarapta, sağlık suda” diğerekten tercihlerimi hep şaraptan ve sudan kullanmaya da başladım. Eşimin ailesi geldiği zamanlarda durum değişmekte ve akşam  mesaileri bölüşülmeye başlanmaktadır. Hatta bunun bir bölüşme olmadığı adeta bir yarış olduğu bile söylenebilir. Bazen kendi kendime uyandığımda anneannesinin ya da dedesinin oğlumun başında uyanmasını beklerken bulabiliyorum.

Yine onların gelişleri sonrasında yemek soframıza çorba gibi salata gibi yeni katılımlar olmaya başlıyor. Tek tabaklı yemek sisteminden çoklu tabaklı sisteme geçiliyor. Buna bağlı olarak gerçeğe ulaşma isteğinde yani içilen şarap kadehlerinin sayısında da artışlar gözlemlenebiliyor. Dışarıdan verilen siparişler ile yemek sonrasında yenilen tatlılar arasında ters orantısal bir denklem bile kurulabiliyor. Yemek saatleri de öne çekiliyor. Oğlumun uyuması sonrası 9:30-10:00 gibi yenilen ve ancak sabah sindirilen kolay ve pratik yapılan yemekler yerini 7:00-7:30’da yenilen uzun sofralara bırakıyor.

Yine onların gelişleri sonrasında, eve geldikten sonra duş alabiliyor, arada bir kitap bile okuyabiliyorum eski günlerdeki gibi. Onların bizleri ziyaretleri hayatın normalleşmesini aslında sağlıyor. Bizden önceki nesillerin birden çok çocuğun nasıl bu kadar kolay bakılabilir bulduklarını ve çocuk canım ne var bunda, doğar ve büyürler sözünü nasıl bu kadar kolay edebildiklerini ancak onların gelişleri sonrasında anlayabiliyorum. Bizim üç kişilik dev ailemizde evet bir düzen sağlamış durumdayız ama bu düzen kesinlikle fiziksel bir yorulmayı beraberinde getiriyor. Hastalanma, iş gereği seyahatler, bakıcının bir şekilde ve bir nedenle gelmemesi ya da geç gelmesi, vb gibi ufak herhangi bir sebeple de çöküyor. İşte bu nedenle hiç kimse ama hiç kimse yatılı misafirleri benim kadar sevemez ...

11 Kasım 2010 Perşembe

Bundan iyisi Şam’da kayısı ...

Benim Galatasaray’ın Sabri’lere değil, Metin Oktay’lara ihtiyacı var yazımdan iki gün sonra spor gazetelerinde Galatasaray yönetiminin, Arda Turan'dan sonra Sabri Sarıoğlu ile de sözleşmesini uzatma kararı aldığı haberleri çıktı. 2012 yılına kadar sözleşmesi bulunan hazret ile sarı-kırmızılı yönetimin önümüzdeki günlerde masaya oturması, sözleşmesini 2014 yılına kadar uzatması bekleniyormuş.

Bu haber ile nasıl yıkıldığımı anlatamam. Kişisel fikrim iyi futbolcu bile olsa kendisinin bize yakışmadığı yönünde. Renkleri çok seviyor olabilir ve belki de tüm bu bana garip ve itici gelen hareketleri bu aşırı sevgisinden ve hırsından da kaynaklanabilir ama Galatasaray’ın kaptanlarından birinin bu tarz hareketleri kabul edilemez. Benzer şekilde Ayhan’ın da görünüşü, tarzı, oldukça itici. Kaptana dahası Galatasaray kaptanına yakışmayacak şekilde. Umarım o da yakında jübilesini yapar da çekilir sahalardan.

Sabri konusunda sevindiğim bir gelişme ise bu sabah oldu.  Bu yazının nedeni de zaten bu sevincimi paylaşmak istemem. Bugünkü sayfalarda mutluluk verici bir haber vardı: “Juventus, uzun süredir takip ettiği Sabri'yi transfer etmek için tüm şartları zorlamaya başladı. İtalyan ekibinin Ajax'ta forma giyen Emanuelson'un yerine Sabri'ye tercih ettiği iddia edilirken, 5,5 milyon euro bonservis bedeli ödemeye de hazır olduğu bildirildi. Bu arada İtalyan ekiplerinden Fiorentina ile Fransız Bordeaux'nun da devre arasında G.Saray'ın kapısını Sabri için çalacağı iddia edildi”.

Hem Sabri gidecek gibi ve hem de Galatasaray onun gidişinden para kazanacak. Ne diyebilirim ki bundan iyisi Şam’da kayısı ...

10 Kasım 2010 Çarşamba

Ben kendi kaderimin efendisi ve kendi ruhumun kaptanıyım ...

 
Bu sayfalarda kendimi tanımlarken bana göre çok önemli bir cümle yazmıştım; Mutlu, şanslı, ve sahip olduklarımın tadını çıkaran bir adamım.  Hayatta tutunduğum belki de en önemli dallardan bir tanesi sahip olduklarımın değerini bilmek ve elimdekilerle mutlu olmaya çalışmak olmuştur. Peki bunu her zaman gerçekleştirebiliyor muyum, belki hayır ama en azından deniyorum. Bunun dışında başka denemelerim de var. Mesela gururumu bırakmayı deniyorum son zamanlarda. Sabır verilmez hak edilir derler. Ben sabırlı olmayı da öğrenmeye çalışıyorum bu sıralarda. Sunulan nimetlerden ve sahip olduklarımdan mutlu olmaya da çalışıyorum ve hergün bunlar için teşekkürlerimi sunuyorum evrenin mimarına.

Başka bir ifade ile ben her sabah uyandığımda hayatı sevmeyi, mutlu olmayı seçiyorum. Bunu yaparken de Mandela’nın motta’sını kullanıyorum:” ben kendi kaderimin efendisi, kendi ruhumun kaptanıyım”.

Ben içsel yolculuklarım için dibe vurmayı beklemiyorum. Zorunda kalarak bir savunma psikozu ile değil ama bilinçli bir seçim bir tercih olarak bu yolculukları gerçekleştirmeğe çalışıyorum. Ulaşılacak yer, ya da hedef de önemli değil benim için, yolculuğun zaten kendisi yeterince heyecan verici. Amaç ise aslında belli. Mümkün olduğu kadar egolardan kurtulabilmek ve böylelikle de korkularımızdan. Derinliklerde sakladığımız ve sevgiyi engel olan korkularımızdan. Bir nevi yapılan yolculuk korkularımızın sevgiye dönüştüğü bir sistem. Anahtar kelime ise bu dönüşümde affetmek. Kendimizi ve geçmişimizi affetmek. Derinlere itmiş olduğumuz, sanki hiç yokmuşlar gibi yaşamaya devam ettiğimiz ve içinde öfke ve kin barındıran tüm olayları, tüm yaşanmışlıkları sevgiye dönüştürebilmek için affetmek.

Her defasında “Neden ben” yerine “Ne öğrenebilirim” sorabilmek kendimize. Sübjektiflikten bir parça yukarı yükselmek ve resimin bütününü görebilemek, bize öğrettiklerini yakalayabilmek ve her defasında itilmiş, unutulmaya çalışmış bir korku ile yüzleşebilmek.

Suçlama, beğenilme isteği, aldatılma, aldatma, parasızlık, aşağılanma, yalnız kalma... Korkuların nedenini bulma yerine bunları yok sayma ve suçu hep başkalarında arama, bu korkuları hep üzerimize çekmekte. Evren bu korkuların çok daha ağırlarını yaşatmakta bizlere her defasında. Ne ekersen onu biçersindir bu gerçek. Ya da başka bir ifade ile hayatı nasıl yaşarsan, hayat da sana onu verir gerçeğidir.

Bu sabah güne çok komik bulduğum bir fıkra ile merhaba dedim. İşin ilginci komik olduğu kadar da düşündürücü olması idi. Tüm yukarıda yazdıklarımı yazmaya karar vermemde bu fıkrayı okumam sonrasında oluştu. Amacım bu sayfalarda fıkralar paylaşmak değil ama bu fıkrayı da yalnızca bir fıkra olarak göremedim ve bu nedenle de sizlerle paylaşmaya karar verdim. Umarım beğenirsiniz.

Dilerim kendi kaderlerinizin efendisi ve kendi ruhlarınızın kaptanları olarak korku ve egolardan kurtulma yolculuğunuzda keyif alarak ilerlersiniz. Dilerim öyle olur ...


Frank diye biri...
Daha sokağa adımını atar atmaz boş bir taksi bulmayı başardı.

Taksiye bindiğinde, şoför: "Mükemmel zamanlama, aynı Frank gibisin." dedi.

"Kim?" diye sordu.

"Frank Feldman. O her şeyi tam zamanında yapan bir adamdı.
Sokağa çıkar çıkmaz hemen taksi bulman gibi şeyleri, Frank Feldman her seferinde başarırdı."

Yolcu: "Bazen herkesin başının üzerinde şans bulutları dolaşır." dedi..

Şoför: "Hayır, Frank Feldman'ın durumu öyle değil. O her yönden süper bir adamdı. Katılsaydı teniste Grand Slam'ı kazanırdı. Golf profesyoneliydi. Bir bariton gibi şarkı söyler, bir Broadway sanatçısı gibi dans ederdi. Piyano çalışını duymalıydın. Muhteşem bir adamdı."

Yolcu; "Kulağa gerçekten özel biriymiş gibi geliyor." dedi.

Şoför: "Dahası var. Hafızası bilgisayar gibiydi. Herkesin doğum
gününü hatırlardı. Şarap hakkında her şeyi, hangi şarapla ne ısmarlayacağını, hangi etin en uygun olacağını bilirdi. Her şeyi tamir edebilirdi. Benim gibi değil. Ben bir sigorta değiştirmeye kalksam, bütün sokağın elektriği gider..."

Yolcu; "Vay be!" dedi, "Önemli biri yani."

Şoför: "Frank, her zaman en çabuk gidilecek yolları bilir,
tıkanıklıklara takılmaz. Benim gibi değil. Ben her zaman trafikte
takılırım. Frank, hayatında bir tek hata yapmamıştır. Kadınlara nasıl davranılması gerektiğini, bir kadına kendisini iyi hissettirmeyi bilir. Kadın haksız bile olsa, bir kere bile cevap vermezdi. Giyimine de her zaman özen gösterirdi. Ayakkabıları hep parlardı. Mükemmel bir insandı. Bir tek hata bile yapmamıştır. Hiç kimse onunla karşılaştırılamaz."

Yolcu: "Muhteşem birine benziyor. Nasıl tanıştın onunla?" diye sordu.

"Frank'la aslında hiç tanışmadım. O ölmüş, ben onun kahrolası
dul karısıyla evlendim."

5 Kasım 2010 Cuma

Galatasaray'ın Sabri’lere değil Metin Oktay’lara ihtiyacı var ...

Ben Galatasaray klubünün kurulduğu liseden mezun koyu ama fanatik olmayan bir Galatasaray taraftarıyım. Fenerbahçeli ve Beşiktaşlı dostlarla, yenilgilerin ve zaferlerin şakalarını yapan dahası bu şakaların keyfini sürebilen bir insanım. Büyük takımlar ancak birbirleri olduğu sürece büyüktürler. Ezeli rekabet ama ebedi dostluk kavramı bir günde oluşmamıştır, yıllar içinde, karşılıklı başarı ve zaferlerle oluşmuş bir motta’dır.

Galatasaray büyük bir takımdır. Arkasında 500 seneyi aşkın bir kültür, bir düşünce, bir vizyoner bakış vardır. Arkasında ilkokuldan, üniversiteye, lisesinden yüksek lisans programlarına dev bir eğitim kurumu vardır. Ruh vardır, saygı, sevgi vardır. Hürmet vardır, anlayış vardır, gurur vardır. Nezaket, adap vardır. İşte bu noktada Sabri’nin ne kadar iyi oynarsa oynasın, gönül verdiğim takıma yakışmadığını ve onun hareketlerinden utanç duyduğumu belirtmek isterim.

Son Fenerbahçe maçında çektirmiş olduğu üçlük utancımı iyice perçinlemiştir. Bir büyük takımın oyuncusuna asla yakışmayacak bir sığlıktı sahanın ortasında yaptığı. Düşünmeden belki de yapmış olduğu eylem, alenen karşı tarafı göklere çıkarmaktı. Bir Galatasaray taraftarı olarak benim için utanç verici bir bir sahne oldu. Yıllardır yenemediğimiz, her gidişimizde başımız önümüzde geri döndüğümüz ve dahası sonrası günlerde Fenerbahçeli dostların her türlü şakasını sineye çektiğimiz (ve tabi ki bu şakalara güldüğümüz ve eğlendiğimiz – futbol eğlence tadında olmalıdır ama asla bir arena tadında değil) bir takımla berabere kaldık diye hoplayıp zıplamak, üçlü çektirmek ezikliğin ilanıydı. Üstelik ki Sabri takımın kaptanlarından biri, takımın dinamosu, hırs küpü. Onun hiç yapmaması gerekirken, aslında onun yapmasınına hiç şaşılmaması, bana göre takımda olmaması için yeter ve artar sebeptir.

Ankaragücü maçındaki performansı ve sonrasında ki Antalya maçında ki çabası arasında ki fark ve GSTV'ye yaptığı çarpıcı!!! açıklamalarda başka ayrı bir konu. Hazret, büyük oyuncu, takımın kaptanı, "Rijkaard'ın gitmesiyle ortaya atılan sabote ettiler' iddiaları çok rahatsızlık verici. G.Saraylı oyuncular karakterlidir, böyle şey yapmaz" demiş. Takımın içinde değilim ve umarım ki doğruyu söylüyordur ama bu beyanatın kendisi bile hoş değil ve gereksiz.

Umarım Sabri başarılı futbolunu daha da geliştirir, çok büyük takımlarda oynar. Bu sene sonunda başka bir takıma transfer olması Galatasaray için en büyük isteğim. Sonrasında da umarım hep uzak olur bu camiadan ... Bizim Sabri’lere değil Metin Oktay’lara ihtiyacımız var ... Bu vesile ile de büyük kaptan Metin Oktay'ı rahmet ile anar, onu çok özlediğimizi özellikle belirtmek isterim.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Beni tanımayanlar için

Kendi kendimi takdimimdir ...

1.bölüm – Eşime ...
İlk Sarılma: Fazladan basılan bir tuş sayesinde önce ayaklarım yerden kesildi ve her yer kayboldu, sonra her yer sen oldu. Fazladan basılan bir tuştan sonra göz göze geldiğimiz anların sonsuza kadar sürmesini diledim çünkü seninle olmak deniz kenarında bir verandada arya dinlerken yemek yemek, alabildiğince uzanan kumsalda gün batımında dans etmek, yeni doğmuş bebeği eline almak gibi insana huzur vermeye başlamıştı. O kadar numara içersinde fazladan basılan bir 2 ile kaderleriniz kesişti ve yüzlerce kişi önünde beraberce sarıldık dakikalarca ...
                       
Söylemek istediğim ve bulamadığım, söylemek istediğim bulduğum ama söyleyemediğim, söylemek istediğim bulduğum ama eksik söylediğim anlarım oldu. Aslında herşeyi sana söylemek istedim ama ikrardan mı sebep bilmem susmayı tercih ettim her defasında. Ama bildiğim tekbir şey var o da seni beraberliğimizin herbir anında hep çok sevdiğim. Benim sana olan aşkım sürekli artarak devam etti çünkü sen biz oldun, çünkü sen hayatım oldun.

2.bölüm – Oğluma ...
Mutfağın zeminine boylu boyuna uzanmış, elimde tornavida, çıkan rafı takmaya çalışıyordum yapamayacağımı hem de çok iyi biliyor olmama rağmen. Bir müddet önce içmiş olduğum iki kadeh viski beni yüreklendirmişti aslında, hani sanki yapabilirim diye düşünmüştüm bir an için ve ne kadar gereksizce bir düşünce olduğunu idrak edemeden. Ne vardı ki alt tarafı vidası çıkmış bir kapağı yerine takacaktım, evet yapabilirdim.

Aslında çok değil iki üç dakika öncesinde, elimde kadehim, tuzlu fındıkların tuzlarını ayıklıyor, bademleri ağzıma birer ikişer atıyor, hem son okuduğum cümleyi düşünüyor ve hem de Ipod'um da seçmiş olduğum güzel bir parçayı dinliyordum. Yani keyfim oldukça hatta fazlasıyla yerinde idi.

Son günlerde iş çıkışı eve geliyor, üzerimi değiştiriyor ve mutluluk ritüelime başlıyordum. Önce müzik seçimi, sonrasında bardağa buzun katılımı ve viski ile buzun mutluluk ve heyecan dolu buluşmalarına tanıklık, kuruyemiş tabağının desteklenmesi ve final hareketi olarak kitabımın ayıraç bulunan sayfasına geri dönüş. Engellemeler pek tabi ki de olmuyor değildi hani ama her seferinde "canım bugün çok yoruldum, oldukça yoğun bir iş günüydü, toplantı üzerine toplantı vardı" ya da "hayatım omuzlarımdan başlayan ve ense köklerime doğru devam eden bir ağrı var son bir kaç saattir, stres ağrısı sanırım, sıkıcı bir gündü, bırak da yemeğe kadar kurtulayım şu ağrıdan" gibi oldukça yaratıcı sözlerle mutluluk ayinine devam ediyordum her seferinde.

Genelde bu tür ev işlerinde becerisi olmayan bir kişi olmuşumdur her zaman. Babamdan böyle görümüştüm herşeyden önce. Son olarak ikimizin karıştığı bir musluk operasyonu vardı ki evlere şenlikti. Operasyon muslukçunun acıyan gözlerle bize bakması ve musluğu tamir etmesiyle son bulmuştu. Babamla ben ise muslukçuyu görmezden gelerek zaferi paylaşmış, büyük bir gururla birbirimize bakmıştık. Bize göre işin can alıcı kısmını biz yapmıştık, muslukçu ameliyatlarda ki son dikişleri yapan acemi bir doktordu bize göre hepsi bu.

İşin kötü tarafı eşim babasından böyle görmemişti. Kayınpederim elinden her iş gelen birisiydi. Bence bu bir göz boyamasıydı, beni çırağı olarak yetiştirmeye çalıştığı bir kaç denemede hem de kaç tane açığını yakalamıştım. Her işi yapamıyordu. O daha çok ustalara para vermemek için bu yeteneklerini geliştirmişti. Ben herkesin para kazanmasından yanayım. Bizim durumumuzda yeteneksel bir karşılaştırmadan ziyade düşünsel bir karşılaştırma yapılmalı diye düşünmüşümdür her zaman. Bu mantıksal yaklaşımıma rağmen eşimin gözünde o, bir evi baştan sona yapabilirdi, ben ise baştan sona yıkabilirdim. Bu beceriksizliğim yanında ben oldukça sakar bir adamımdır aynı zamanda. Yani yetmiyor yapamıyorum bir de bozmaya, kırmaya, dökmeye devam ediyorum. Annem kafamın çok dolu olduğunu ve tüm sakarlıklarımın bundan kaynaklandığını düşünüyor ki ben de kendisiyle aynı fikirdeyim. Eşim ise ana belleğimin yüksek ama rem'imim düşük hatta çok düşük olduğunu düşünüyor. Ona göre kendimi gündelik olaylar için yormaya zorlamıyormuşum. Neymiş tüm işlerin sorumluluğunu eşime yüklüyormuşmuşum. Aslında suç tamamen onda, bana bu konularada o kadar güvenmiyor ki herşeyi kendi yapmaya çalışıyor ki bu da açıkçası fazlasıyla benim işime geliyor. Yani kazan-kazan durumu mevcut ama sanırım yine de hata bende, yaptıklarını biraz daha alkışlamış olsam bu ithamlara belki de muhattap olmamış olacağım.

Beni bilgisayar ile karşılaştırdığı tartışmalarda kendimi genelde kapatır, hard diskimin yandığını söylerim, ama o konuşmaya bir süre daha buna rağmen devam eder, cevap almamaya rağmen konuşma yeteneği kesinlikle eşimde üst düzeyde vardır. Böylesi durumlar çok keyiflidir. Kendisi süreklilik halinde konuşmaya devam ederken ben türlü türlü hayeller kurarım. En önemli şey arada bir ona bakıp sanki dinliyor, anlıyor ama konuşmuyormuşum gibi bir tavır almaktır. Çoğu kere dinlemiyor yada dinliyor olup ta söyleyecek birşey bulamıyor olma durumu kesinlikle saklanmalıdır. Ben böylesi monologlarda tüm plan ve programlarımı gözden geçirme imkanı bulmuşumdur. Söz konusu sistemin tek açık noktası veya bana göre tek kötü yanı bir süre sonra eşimin sinirlenmesi ve benim çaresiz tekrar cevap vermeye başlamamdır.

Topu topu bir kaç dolap ve bir kaç raftan oluşan mutfak takımına dünyanın parasını neden vermiş olduğumuzu anlamış değilim. Tek tesellim dış yüzeylerinin kırmızı ve  parlak olması. Neden bilmiyorum ama çok görkemli görünüyor. Baharat kaplarının ve yağların ikamet ettiği, o görkemli mutfak takımımızın belki de en gösterişli kısmının kapağının vidasından ayrılışının haftası dolmuştu. Belki de içim de duymuş olduğum bu ayrılığın acısıydı sonuçta ben empati yapabilen bir bireyim. Kalan son bademi ağzıma attıktan sonra, yanına pek uğramadığım alet çantasının yanına gittim ve ucu ince bir tornavida seçtim. Alet takımımızın mimarı  kayınpederimdir. İçinde değişik ebat ve ölçülerde bir çok parça bulunmaktadır. Bana göre birçoğu çöpe atılmayı çoktan hakketmiş, işe yaramayacak parçalardır. Aralarında tanıyor olmamadan ötürü tornavidaları çok severim. Onlardan bir tanesini, ince uçlu olanını alıp mutfağa doğru yöneldim. Yapabilirdim, evet bu ikiliyi tekrar bir araya getirebilirdim.

İlk fark ettiğim diz kapakları oldu. Tepemde durmuş şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Ben ise yerde uzanmış tekrar bir araya gelmemek için inat eden vida ile kapağı barıştırmaya çalışıyordum. Eşimin şaşkın olması istenen bir durum değildir. İki kişilik mini ailemizin ne yaptığını, ne istediğini bilen kanadı kendisiydi. Şaşkınlığın bana yakıştığı her zaman söylenmiştir. Yüzünde şaşkınlığın yanında yer alan hafif gülümseme ise iyiye işaretti. Ne oldu dediğimde yalnızca pozitif dedi ve ben rem'imim düşük olduğunu söyleyen eşimi yanılmış olmamak için ne demek pozitif diye kükredim. Öyle ya ben önemli bir iş ile uğraşıyordum ve tam da tarafları ikna etmek üzere iken gelip çalışmamaı engelliyordu. Kükrememin eşime işlemeyeceğini bir an düşünerekten daha ılımlı bir ses tonuyla "Dostum pozitif derken?" dedim. Hamilelik testi ile başlayan sözünün geri kalan kısmını duymuyordum artık. Benim gözlerim genelde çabuk sulanır, göz yaşlarım çok şımarıktır, kolay söz geçiremem ona. Kapak olayı da önemini yitirmişti zaten yapamayacağım da aşikardı, son yarım saattir sonuçsuz olarak debelenip duruyordum.

Ayağa kalkttım. Elinde testi tutmuş bana gösteriyordu. Meğer testte çıkan ikinci çizgi iki kişilik mini ailenin üç kişilik dev bir aileye dönüşümünü simgeliyormuş. Sanki çizgiyi görmüyormuş gibi emin misin gibi gereksiz sorulardan sonra testin yanılma payı hakkında bir süre konuştuk. Ben şaşkındım ama bu sefer eşimde şaşkındı. Sarıldık birbirimize. Yaşlar artık özgürce sanki en doğal haklarıymış edasıyla akıyorlardı yanaklarımdan.


Hayatımız yakın bir zamanda hem de çok değişeceğini çok iyi biliyoruz ve işin güzeli belki de ilk defa değişiklik beni korkutmak yerine heyecanlandırıyor ve dahası mutlu ediyor. Baba olacak olma fikri süper keyifli bir his. Ben kişisel olarak öncelikle bana bir oyun arkadaşı geliyor gibi hissediyorum. Oğlum ya da kızımla çok eğleneceğimizi ve çok iyi anlaşabileceğimize adeta eminim.

3.bölüm - eşime ve oğluma ...
Bu mucizevi olayı öğrenmemiz sonrasında yapılan ilk şey, doktora gitmek oldu. Doktor seçimi nispeten kolaydı. Eşimin gittiği bir doktor zaten vardı, hiç düşünmeden kendisinden randevu aldık. Kendisini ben de tanıyordum, iki üç kere tokalaşmamız bile olmuştu. O kadar samimiydik yani. Eşim adını söyleyince sanki ben eski mahallemizden bir arkadaşmış edasıyla onaylamıştım kendisini. İyi doktordur, tamam ona gidelim demiştim. Güleryüzlü, çok fazla detaya girmeyen bir adam olduğunu hatırlıyordum. Bir de doçent ünvanı vardı ve İstanbul'un en iyi hastanelerinden birinin kadrolu doktoruydu. Daha ne olsun diye geçirdim içimden ve itiraz etmeden onay verdiğim için bir kere daha gururlanarak tebrik ettim kendimi. Bence aynı tebrik olayını eşimde yapmalıydı ama sanırım dalgınlığından olsa gerek bunu yapmadı.

Bekleme salonunda ki halimiz de görülmeye değerdi. İkimizde oldukça heyecanlıydık. Etrafımız boy boy karınlı hamile kadınlarla ve heyecanlı baba adayları ile doluydu yada ben yalnızca onları görebiliyordum. Bizden çok daha kıdemli olanlar tabi ki vardı. Bizim görüntümüzün zaten hamilelikle alakası yoktu. Sanki orada çalışan bir doktorun arkadaşıydık ve mesaisinin bitmesini bekliyor gibiydik. Karnı burnunda kadınların yanlarındaki erkeklerin havalarından geçilmiyordu. Bu işin sonuna kadar gelmiş, hamilelik konusunda master seviyesine gelmiş tarzları vardı. Hareketleri, eşlerini tutuşları, görevlilerle konuşmaları hep bunlara uygun nitelikteydi. Genel olarak hepsine sinir oldum anlayamadığım bir sebepten. Belki de böylesi bir olayın tek kahramanı biz olmamız gerekiyor diye istediğimden belki de sıranın bir türlü bize gelmemesinden ama soğukkanlılığımı ve terbiyemi bozmadım. Kavga çıkarmak ve olası bir erken doğuma sebebiyet vermek ve sonrasında veya öncesinde hastaneden kovulmak istemiyordum. Yapmış olduğum bu fedakarlığı bir tek eşim anladı ve hayranlık ve müteşekkir bir ifade ile elimi sevgiyle sıktı.  

Derken sıra bize geldi. Eşimin adı yankılandı bekleme salonunda. Ben bu tanıdık ismi duyar duymaz boş bulunup sanki ufak bir çocuğun camı kıran bir arkadaşını yanındaki büyüklere şikayet ediyormuş bir ifadeyle yada Amerikan filmlerindeki gibi mahkeme salonunda savcının jüri üyelerine şov yapmak ve onları etkilemeye çalışmak için suçluyu göstermesi gibi ayağa kalkarak, işaret parmağımla eşimi göstererek, yalnızca bir kaç metre uzağımızda bulunan ve hastane görevlisinden çok oturduğu yer itibariyle bankada çalışan ve yalnızca kafası gözüken bir veznedara benzeyen görevliye sanırım biraz da sesimi yükselterek burada diye bağırdım.

Ortamın sessizliğinden olsa gerek sesim bulunduğumuz yerde yankılandı gibi geldi bana. Ama bunun gerçekte de öyle olduğunu anlamam eşimin bana bakışındaki nefret ifadesinin üst düzeyde olmasıydı. Görevlinin gülmesini görmemezlikten geldim çünkü bunu farkedip kavga çıkarma isteğim, eşimin göstereceği tepkiye olan korkumdan daha azdı. Daha o konuşmadan hadi canım bak doktor bizi bekliyor dedim ve ilerlemeye başladım tabi bu nedenle de eşimin arkamdan sevgi dolu bakışlarını da göremedim.

Eşimin derinliklerinde bir kesemizin olduğunu ve dahası bu kesenin gayet uygun ölçülerde olduğunu büyük bir keyfiyetle dinledik. Herşey yolunda idi, üç kişilik dev bir aile olma yolunda bir teyitte doktorumuzdan gelmişti. Kesenin resmini büyük bir özenle ve sevgiyle bir kitabın arasına yerleştirdik. Bu yeni neslin ilk fotoğrafıydı ve bence kesinlikle bana benziyordu, yakışıklıydı ve çok anlamlı bakışları vardı. Bunu eşime de ifade ettiğim de erkek olacağını nerden çıkardığımı sordu. Böylesi dönemlerde bayanların çok hassas olduğunu hep duyardım öncelerde, işte şimdi ben de böylesi bir durum ile karşı karşıyaydım. Sakinliğimi kaybetmeden aslında ben kızım olmasını daha çok istiyorum dedim. İnandı mı bilemiyorum ama gerçekte de erkek olsun kız olsun hiç fark etmiyordu. Sağlıklı ve akıllı olması benim için önemli olan tek şeydi. Bunları söylerken ve düşünürken kızımı yada oğlumu daha şimdiden ne kadar özlediğimi hissettim. Daha önünde çok çalışacağı bir dönem vardı. Tüm vucudunu inşa edecek ve hazır olduğunda yanımıza katılacaktı. Biz keyifli bir aile olacaktık, konuşan, eğlenen, birbirini dinleyen, kararların paylaşıldığı mutluluk dolu bir aile ...


4.bölüm - kendime ...
Nice sarılmalara: İlk sarılmamızdan bu yana beş, ikinci sarılmamızdan bu yana ise iki seneyi aşkın süre geçmiş. Oğlum nerede ise 2 yaşına geldi. Harika bir adam. Tüm zamanımın onunla geçmesini istiyorum ve bunun için de elimden geleni yapıyorum.Konu ben olduğu için şimdilik çok ayrıntılara girmeyeceğim. Söz konusu bu süre içerisinde uykusuzluğa alıştım. Eskinin 10 saat uykudan sonra bile uykulu gözlerle kalkan beni, şimdilerde 5-6 saat uykuya eyvallah der oldu. Bu çok katı eğitim 2 yıl sürdü ama artık alışmış durumdayım. İçki ve kuruyemiş ritüellerime de son vermek zorunda bırakıldım. Zaman zaman buna yeltenmelerim olsa da bir şekilde püskürtülüyorum.

Ev içi tamiratlarda ki başarısızlığım ise devam etmekte. Zafer üstüne zafer kazanmaktayım. Bazı konularda taviz vermemek gerekmekte. Sinemaya müzeye gider sıklıkla gider oldum. Film seyretme oranlarımda da malesef büyük bir düşüş yaşadım. Digiturk’te ki bir çok filme bakıp seyretmediğim filmlerin çokluğunu anlayabiliyorum. Eskiden ya sinemada izlerdim ya da en azından vizyona girdiğini bilirdim. Bu konuda oğlum ve sinema endüstrisinden ve tüm emekçilerinden özürlerimizi dileriz.

Okuduğum kitapların tarzı da değişti ve melesef sayısı da azaldı. Artık bebek bakım, çocuk bakım gibi konulara ağırlık vermem gerektiği dikte edildi. Ben de maksat okumak olsun diye ses çıkarmadım.

Bol uykulu, alkollü, sinemalı, televizyonlu, kitaplı günler yerini çocuklu günlere bıraktı. Sanılmasın ki eski günlere bir özlem var bilakis çocuklu günler tadından yenmiyor. Onunla olmak bir ömre değer. Eskiden patron eşimdi simdi ise oğlum ve onun kararlarını sonuna kadar destekliyorum.

Biz konuşan, eğlenen, kararların paylaşıldığı mutlu bir aileyiz... Umarım mutluluğumuz hep artarak devam eder.

Ben kim miyim? Mutlu, şanslı, ve sahip olduklarımın tadını çıkaran bir adamım ... Evet hayatın akışını çoğu kere kontrol ettiğimi söyleyemem ama savrulduğum yerler için şikayet etmeyi de bırakalı uzun zaman oldu. Herkes kaderini kendi çizer ile herşey olacağına varır arasında bir yerde bulunan, hala kahraman olmayı bekleyen ama sonunu da daima düşünen, korkak olmayan ama cesur da sayılmayan, riski sonunda kaybetmek yoksa göze alan ama buna rağmen başarılı olmayı bekleyen, bencil olmadığını iddia eden bir bencilim. Kısacası ben kararsız, eğlenceli, diplomat, sevgi ve saygı dolu bir teraziyim ...

Medyamız

26 Ekim 2010 tarihinde Istanbul Kongre Merkezi’nde, Yeni Medya Düzeni isimli bir konferans gerçekleştirildi. Ben katılmadım ama eşim katıldı. Bu sayede konferans hakkında oldukça ayrıntılı bilgi edinebilme imkanı bulabildim. Genel olarak dijital medyadaki gelişmeler, ileriye yönelik beklentiler, dijital medyanın gelecekte üstleneceği rol ve görevler, teknoloji ve pazarlama perspektiflerinden ele alındı. Eşimden ve konuyla ilgili twiter’dan okuduklarıma göre ilk bölüm son derece sönük geçmiş. Buna karşılık ikinci bölüm oldukça yaratıcı, ilham verici ve öğreticiymiş. Aslında yazmak istediğim bu konferans ve konferanstta yaşananlar değil ama bu konferansın ana konusu olan dijital medyadan hareketle şu an ki medyamız.

Ben bir gazeteci değilim dahası medya dünyasının bir bireyi de değilim ama okumayı severim. Gazete ve dergileri her koşulda takip etmeye çalışan bir bireyim. Teknolojinin hayatımıza iyice nüfus etmesine bağlı olarak haftasonları hariç gazeteleri genelde dijital olarak takip etmekteyim ki gelecekde de zaten muhtemelen yalnızca bu şekilde takip edilebilecek. Aslında bir parantez açmak gerekirse, özellikle dergilerde (gazetelerde zaten bu uygulama bir şşekilde başladı), az okunan ve çok okunan yazar ve konu ayırımlarının hemen yapılabiliyor olması ve buna bağlı olarak konuların hemen güncellenebilmesi, maliyetlerin etkileyici bir şekilde düşüyor olması, teknolojik yaygınlığın bu değişikliği henüz desteklememesine rağmen eğilimin bu yönde olmasını sağlamıştır. Başka bir değişle gelecek, nostaljik ve kendine has bir konusu olan basılı gazete ve dergilerin değil, Ipad ve benzeri teknolojik araçlarla okunan dijital dünyanın olacaktır. Tam da bu noktada aslında parantez içinde parantez açmak isterim. Apple’ın laptop’larda ekran boyunu küçültmek istememesi nedeniyle sürekli seyahat edenler için ilk tercih VAIO oluyordu. Apple’ın yeni ürünü, oldukça şık görünen Macbook Air’ler tanıtılmaya başlandı. Bu ürünün özelliği iPhone ve iPad’de yapılanları yapabilen bir dizüstü olması. Bu da daha yeni piyasaya çıkan ve değişik satış stratejileriyle (sanırım bu stratejiyi  Louis Vuitton firmasından öğrenmişler, ayrıcalıklı hissettirme ve zor satınalma) oldukça iyi satan ve satmaya devam edecek olan iPad’leri yok edecektir düşüncesindeyim ama Steve Jobs’ın bir bildiği vardır.

Açık olan iki parantezi de kapattıktan sonra günümüzün ulusal medyasının dijital ortamda halkımızın eğitim seviye ve beklentilerine göre faaliyet sürdürüyor olmalarını oldukça üzücü ve gelişmeyi önleyici bir kolay kazanç olarak buluyorum. Örneğin bugün gazetelere baktığımda birçok gazetenin web sayfasında bulunan haberlerin büyük bir çoğunluğu ya spor, ya magazin ağırlıklı spor ya da kaza ve ölüm haberleri. Halkımız muhtemelen magazinsel siyaseti veya yaşadıkları travmaları ve psikolojik sorunlarını yüz üstüne çıkaran vahşet haberlerini tercih ediyor olabilir. Magazinsel spor haberlerini, adli ve kaza haberlerini, kim kiminle ne yapıyor tadında haberleri merak ediyor ve dahası seviyor da olabilir. Medyanın tirajları ve tıklanma oranları için bu cazibe noktalarını da kullanmalarını anlayabiliyorum ama  seviye bu kadar sığ, bu kadar Reha Muhtar haberciliği tadında olmak zorunda mı? Son zamanlarda benim için gazete okumak köşe yazarlarını okumak dışına malesef çıkamamakta. Aynı dili konuştuğum, aynı geçmişten gelip, aynı geleceği paylaşacağım, aynı yerlere gidip eğlendiğim, aynı restoranlarda yemek yediğim, aynı mekanları paylaştığım kişilerle fikirlerimin bu kadar farklı olması (eğer faklı ise), canımı oldukça sıkmakta.

Sanat için sanat mı yoksa halk için sanat mı konusu burada da ortaya çıkmakta. Bir denge oluşturmak gerekmekte. Bir yandan sanat özgür ve özgün kılınmalı ama diğer taraftan da halk da bu seviyelere ulaştırılmalı. Eğitim her yerde her ortamda her platformda verilmeli. Dozu iyi ayarlanmış haberlerin gazete ve dergilerde yer almaları artık yalnız tiraj ve tıklanma oranları için değil  ama halkın eğitimi için de önemli olduğu gerçeği unutulmamalı diye düşünüyorum. Gerek ulaşabildiği kitle ve gerekse sahip olduğu donanımlı kişiler sebebiyle medyanın eğitim için çok büyük bir güç olduğu inancındayım. Kitleleri yönlendirme ve manipule etmelerinden ziyade idealistik bir yaklaşımla halkın eğitim ve kültür seviyelerini zaman içerisinde yükseltmekten yana bir tutum alırlarsa gelecek ülkemizin olacaktır inancındayım. Tabi tüm bu düşüncelerim gerçek gazete ve yazarları için geçerli. Taraflı yayını ilke edinmiş kalemleri satılmış yazar ve gazeteler bu kapsamın dışında kalacaktır. Zaten zaman onları doğal olarak eleyecektir.

Yakın bir gelecekte yalnızca gerçeklerin yazılı olduğu, toplumu eğlendirirken eğiten, ilgisini çeken, aydınlatan, tarafsız, özgür, ve omurgalı bir basının dijital ortamda yer alması hem ülkem ve hem de kendim için en büyük dilek ve isteklerimden biri. Dilerim öyle olur ve böylesi ütopik bir medta gerçek olur...